16 Aralık 2016 Cuma

Kapitalizm

Kimler yoktu ki aramızda. Adam Smith, John Stuart Mill, Ricardo, Maltus, Jean-Baptiste Say ve  daha niceleri. Yazdıklarımız sadece kütüphaneler doldurmadı; ekonomi biliminin daha önemlisi  kapitalizmin temellerini attı. İngiltere'nin Lancashire şehrinde ete kemiğe büründük. İlk kez bacalarımız orada tüttü.  Savunduğumuz ideolojiyi, bireysellik, sınırlı devlet, piyasa ekonomisi, girişim özgürlüğü ilkeleri  üzerinde temellendirmiştik. Gerçekte, kimsenin özgürlüğüyle, bireyselliğiyle, refahı ve mutluluğuyla ilgili değildik. Tıpkı bugün olduğu gibi o yıllarda da amacımız:  Servet ve  sermaye biriktirmek,  biriken sermayeyi yeni işlere yatırarak saygınlık ve gönencimizi sürdürülebilir kılmaktı. Tüm mesele buydu.

Küçük bir azınlığın refahının genelin yararına olduğunu, zenginlerin daha zenginleşerek topluma katkı sağlayacaklarını, bu bencilliğin(bireyselliğin) diğer insanların refahını artıracağını söylemiştik. Bugün,  bu yalan sayesinde, aramızdaki  en zengin 1000 kişinin toplam varlığı yeryüzünde yaşayan en fakir 2,5 milyar insanın 2 katına yükseldi. Peki, yetti mi? Tabii ki, hayır. Çok yakın bir gelecekte, en zengin yüzde birimiz toplam servetin yüzde 55'ine sahip olacak. Dahası zenginleşenlerimizin yeni iş olanakları yaratacağı, toplumsal refaha katkı sağlayacağı iddiamız da fos çıktı. İstihdamı artırmak bir yana, her yıl  işsizler ordusuna yenilerini ekledik, eklemeye devam ediyoruz.

Ekonomiyi  sınırsız ihtiyaçları kıt kaynaklarla karşılama bilimi olarak tanımlamıştık. Oysa sınırsız olanın ihtiyaçlar değil arzu ve ihtiraslar olduğunu çok iyi biliyorduk. Her fırsatta, her mecrada  arzu ihtiraslarınızı kışkırttık, libidonuzu okşadık, duyarlılıklarınıza tecavüz ettik ve sonunda gereksinim olmayanı vazgeçilmeze dönüştürmeyi başardık. 

Emek adı altında insanı, toprak adı altında doğayı satılabilir hale getirdik. Çünkü bize göre değeri parayla ölçülemeyen şeyler yok hükmündeydi.   Oysa, biraz düşünme yetkinliğine sahip her insan, emeğin, toprağın piyasa fiyatı üzerinden alınıp satılan metalar olmadığını anlayabilirdi. Öyle ya, emek bir mal değil  insani bir edimdi. Doğa insana bu yeteneği başkalarına hizmet etmesi ücret karşılı satması için kazandırmamıştı. Toprak, insan yaşamının sürdürülebilmesi bağlamında vazgeçilmezdi. Toplumsaldı. Kamusaldı. Son analizde her ikisi de tıpkı hava, ışık, su doğanın insana bahşettiği zenginliklerden başka bir şey değildiler.

Birbirinizle kıyasıya mücadele etmeniz için,  başarının düşük yoğunluklu bir savaş türü olan rekabetle sağlanabileceği söylemiştik. Oysa gelişmenin temel itkisi insanlar arsındaki rekabet değil işbirliğiydi. Yüzyılla önce birbirinize böylesi bir kararlılıkla saldıracağınızı, mutluluğu arkadaşlarınızdan daha iyi daha zengin yaşamak olarak tanımlayacağınızı inanın biz bile  öngörememiştik. Yüzlerce yıl,  '' başarıyı neden bilgi erdem, dürüstlük yarışı yerine zenginleşme, sahip olma ihtirasları üzerine kurguladınız?'' sorusunu sormanızı boş yere bekledik, hala bekliyoruz.

Piyasanın kendi kendine işleyen bir mekanizma olduğunu, görünmez bir el tarafından yönetildiğini ileri sürecek kadar aklın sınırlarını zorlamıştık.  Oysa iddia ettiğimiz gibi piyasanın işleyişinde doğal bir düzen ve denge yoktu. Dolayısıyla ''devlet ekonominin doğal işleyen düzenine müdahale etmemeli'' söylemimiz koca bir yalandı. Eğer, devletler bizi dizginlemeseydi tıpkı 1800'lü yıllarda olduğu gibi çocuk, kadın, erkek demeden, sizi günde 16 saat çalıştırmayı sürdürürdük. Eğer, tek güç piyasa olsaydı 40 yaşına gelen insanları işsiz aşsız kapının önüne koyarak açlığa mahkum etmeye devam ederdik.  Eğer, işiniz var olduğunu iddia ettiğimiz görünmez ele kalsaydı bugün ne hafta sonu tatiliniz, ne sendikal haklarınız, ne emeklilik maaşınız olurdu.

Söylemlerimizin, kuramlarımızın başına demokrasi, özgürlük, modernizm, bireysellik gibi kavramları eklemeyi hiç ihmal etmedik. Oysa piyasanın içinde ne özgürlük ne de bireysellik kök salabilirdi. Çünkü onun tek amacı kardı. Bizim, özgürlükten kastımız; üretim araçlarına kısıtsızca el koyma, sermaye ve girişim özgürlüğüydü. Bu gün yüzde doksanınızı düşünemez duruma getirmiş olmanın rahatlığıyla itiraf etmeliyiz ki, bireysellik ve özgürlük denince aklımıza gelen tek şey; sınır tanımaz bencilliğimize ket vurulmamasından  başka bir şey değildi.


Sonuç olarak, kişisel çıkarlarımızın gerçekte toplumun ortak çıkarı olduğuna sizi ikna etme adına söylemediğimiz yalan, eğip bükmediğimiz gerçek kalmadı.  Teşekkür borçluyuz size. Kurguladığımız sisteme gönüllülükle eklemlenmeseydiniz hayali gerçeklerimizi yaşamın ekonomik, sosyal gereklilikleri olarak pazarlayamazdık.  

İyi ki varsınız...