Kimler yoktu ki aramızda. Adam Smith, John Stuart
Mill, Ricardo, Maltus, Jean-Baptiste Say ve
daha niceleri. Yazdıklarımız sadece kütüphaneler doldurmadı; ekonomi
biliminin daha önemlisi kapitalizmin temellerini
attı. İngiltere'nin Lancashire şehrinde ete kemiğe büründük. İlk kez bacalarımız
orada tüttü. Savunduğumuz ideolojiyi, bireysellik, sınırlı devlet, piyasa ekonomisi,
girişim özgürlüğü ilkeleri üzerinde
temellendirmiştik. Gerçekte, kimsenin özgürlüğüyle, bireyselliğiyle, refahı ve
mutluluğuyla ilgili değildik. Tıpkı bugün olduğu gibi o yıllarda da amacımız: Servet ve
sermaye biriktirmek, biriken
sermayeyi yeni işlere yatırarak saygınlık ve gönencimizi sürdürülebilir kılmaktı.
Tüm mesele buydu.
Küçük bir azınlığın refahının genelin yararına
olduğunu, zenginlerin daha zenginleşerek topluma katkı sağlayacaklarını, bu
bencilliğin(bireyselliğin) diğer insanların refahını artıracağını söylemiştik. Bugün,
bu yalan sayesinde, aramızdaki en zengin 1000 kişinin toplam varlığı yeryüzünde
yaşayan en fakir 2,5 milyar insanın 2 katına yükseldi. Peki, yetti mi? Tabii ki, hayır. Çok yakın bir gelecekte, en zengin yüzde birimiz toplam servetin yüzde
55'ine sahip olacak. Dahası zenginleşenlerimizin yeni iş olanakları yaratacağı,
toplumsal refaha katkı sağlayacağı iddiamız da fos çıktı. İstihdamı artırmak
bir yana, her yıl işsizler ordusuna
yenilerini ekledik, eklemeye devam ediyoruz.
Ekonomiyi
sınırsız ihtiyaçları kıt kaynaklarla karşılama bilimi olarak
tanımlamıştık. Oysa sınırsız olanın ihtiyaçlar değil arzu ve ihtiraslar
olduğunu çok iyi biliyorduk. Her fırsatta, her mecrada arzu ihtiraslarınızı kışkırttık, libidonuzu
okşadık, duyarlılıklarınıza tecavüz ettik ve sonunda gereksinim olmayanı
vazgeçilmeze dönüştürmeyi başardık.
Emek adı altında insanı, toprak adı altında doğayı
satılabilir hale getirdik. Çünkü bize göre değeri parayla ölçülemeyen şeyler yok hükmündeydi. Oysa, biraz düşünme yetkinliğine sahip her insan,
emeğin, toprağın piyasa fiyatı üzerinden alınıp satılan metalar olmadığını
anlayabilirdi. Öyle ya, emek bir mal değil
insani bir edimdi. Doğa insana bu yeteneği başkalarına hizmet etmesi ücret karşılı satması için kazandırmamıştı. Toprak, insan yaşamının
sürdürülebilmesi bağlamında vazgeçilmezdi. Toplumsaldı. Kamusaldı. Son analizde
her ikisi de tıpkı hava, ışık, su doğanın insana bahşettiği zenginliklerden
başka bir şey değildiler.
Birbirinizle kıyasıya mücadele etmeniz için, başarının düşük yoğunluklu bir savaş türü
olan rekabetle sağlanabileceği söylemiştik. Oysa gelişmenin temel itkisi
insanlar arsındaki rekabet değil işbirliğiydi. Yüzyılla önce birbirinize böylesi bir kararlılıkla
saldıracağınızı, mutluluğu arkadaşlarınızdan daha iyi daha zengin yaşamak
olarak tanımlayacağınızı inanın biz bile öngörememiştik. Yüzlerce yıl, '' başarıyı neden bilgi erdem, dürüstlük yarışı yerine zenginleşme, sahip olma ihtirasları
üzerine kurguladınız?'' sorusunu sormanızı boş yere bekledik, hala bekliyoruz.
Piyasanın kendi kendine işleyen bir mekanizma
olduğunu, görünmez bir el tarafından yönetildiğini ileri sürecek kadar aklın
sınırlarını zorlamıştık. Oysa iddia
ettiğimiz gibi piyasanın işleyişinde
doğal bir düzen ve denge yoktu. Dolayısıyla ''devlet ekonominin doğal işleyen
düzenine müdahale etmemeli'' söylemimiz koca bir yalandı. Eğer, devletler bizi
dizginlemeseydi tıpkı 1800'lü yıllarda olduğu gibi çocuk, kadın, erkek demeden,
sizi günde 16 saat çalıştırmayı sürdürürdük. Eğer, tek güç piyasa olsaydı 40
yaşına gelen insanları işsiz aşsız kapının önüne koyarak açlığa mahkum etmeye
devam ederdik. Eğer, işiniz var olduğunu
iddia ettiğimiz görünmez ele kalsaydı bugün ne hafta sonu tatiliniz, ne
sendikal haklarınız, ne emeklilik maaşınız olurdu.
Söylemlerimizin, kuramlarımızın başına demokrasi,
özgürlük, modernizm, bireysellik gibi kavramları eklemeyi hiç ihmal etmedik.
Oysa piyasanın içinde ne özgürlük ne de bireysellik kök salabilirdi. Çünkü onun tek amacı kardı. Bizim, özgürlükten kastımız; üretim araçlarına kısıtsızca
el koyma, sermaye ve girişim özgürlüğüydü. Bu gün yüzde doksanınızı düşünemez
duruma getirmiş olmanın rahatlığıyla itiraf etmeliyiz ki, bireysellik ve
özgürlük denince aklımıza gelen tek şey; sınır tanımaz bencilliğimize ket
vurulmamasından başka bir şey değildi.
Sonuç olarak, kişisel çıkarlarımızın gerçekte
toplumun ortak çıkarı olduğuna sizi ikna etme adına söylemediğimiz yalan, eğip
bükmediğimiz gerçek kalmadı. Teşekkür
borçluyuz size. Kurguladığımız sisteme gönüllülükle eklemlenmeseydiniz hayali
gerçeklerimizi yaşamın ekonomik, sosyal gereklilikleri olarak
pazarlayamazdık.
İyi ki varsınız...