16 Aralık 2016 Cuma

Kapitalizm

Kimler yoktu ki aramızda. Adam Smith, John Stuart Mill, Ricardo, Maltus, Jean-Baptiste Say ve  daha niceleri. Yazdıklarımız sadece kütüphaneler doldurmadı; ekonomi biliminin daha önemlisi  kapitalizmin temellerini attı. İngiltere'nin Lancashire şehrinde ete kemiğe büründük. İlk kez bacalarımız orada tüttü.  Savunduğumuz ideolojiyi, bireysellik, sınırlı devlet, piyasa ekonomisi, girişim özgürlüğü ilkeleri  üzerinde temellendirmiştik. Gerçekte, kimsenin özgürlüğüyle, bireyselliğiyle, refahı ve mutluluğuyla ilgili değildik. Tıpkı bugün olduğu gibi o yıllarda da amacımız:  Servet ve  sermaye biriktirmek,  biriken sermayeyi yeni işlere yatırarak saygınlık ve gönencimizi sürdürülebilir kılmaktı. Tüm mesele buydu.

Küçük bir azınlığın refahının genelin yararına olduğunu, zenginlerin daha zenginleşerek topluma katkı sağlayacaklarını, bu bencilliğin(bireyselliğin) diğer insanların refahını artıracağını söylemiştik. Bugün,  bu yalan sayesinde, aramızdaki  en zengin 1000 kişinin toplam varlığı yeryüzünde yaşayan en fakir 2,5 milyar insanın 2 katına yükseldi. Peki, yetti mi? Tabii ki, hayır. Çok yakın bir gelecekte, en zengin yüzde birimiz toplam servetin yüzde 55'ine sahip olacak. Dahası zenginleşenlerimizin yeni iş olanakları yaratacağı, toplumsal refaha katkı sağlayacağı iddiamız da fos çıktı. İstihdamı artırmak bir yana, her yıl  işsizler ordusuna yenilerini ekledik, eklemeye devam ediyoruz.

Ekonomiyi  sınırsız ihtiyaçları kıt kaynaklarla karşılama bilimi olarak tanımlamıştık. Oysa sınırsız olanın ihtiyaçlar değil arzu ve ihtiraslar olduğunu çok iyi biliyorduk. Her fırsatta, her mecrada  arzu ihtiraslarınızı kışkırttık, libidonuzu okşadık, duyarlılıklarınıza tecavüz ettik ve sonunda gereksinim olmayanı vazgeçilmeze dönüştürmeyi başardık. 

Emek adı altında insanı, toprak adı altında doğayı satılabilir hale getirdik. Çünkü bize göre değeri parayla ölçülemeyen şeyler yok hükmündeydi.   Oysa, biraz düşünme yetkinliğine sahip her insan, emeğin, toprağın piyasa fiyatı üzerinden alınıp satılan metalar olmadığını anlayabilirdi. Öyle ya, emek bir mal değil  insani bir edimdi. Doğa insana bu yeteneği başkalarına hizmet etmesi ücret karşılı satması için kazandırmamıştı. Toprak, insan yaşamının sürdürülebilmesi bağlamında vazgeçilmezdi. Toplumsaldı. Kamusaldı. Son analizde her ikisi de tıpkı hava, ışık, su doğanın insana bahşettiği zenginliklerden başka bir şey değildiler.

Birbirinizle kıyasıya mücadele etmeniz için,  başarının düşük yoğunluklu bir savaş türü olan rekabetle sağlanabileceği söylemiştik. Oysa gelişmenin temel itkisi insanlar arsındaki rekabet değil işbirliğiydi. Yüzyılla önce birbirinize böylesi bir kararlılıkla saldıracağınızı, mutluluğu arkadaşlarınızdan daha iyi daha zengin yaşamak olarak tanımlayacağınızı inanın biz bile  öngörememiştik. Yüzlerce yıl,  '' başarıyı neden bilgi erdem, dürüstlük yarışı yerine zenginleşme, sahip olma ihtirasları üzerine kurguladınız?'' sorusunu sormanızı boş yere bekledik, hala bekliyoruz.

Piyasanın kendi kendine işleyen bir mekanizma olduğunu, görünmez bir el tarafından yönetildiğini ileri sürecek kadar aklın sınırlarını zorlamıştık.  Oysa iddia ettiğimiz gibi piyasanın işleyişinde doğal bir düzen ve denge yoktu. Dolayısıyla ''devlet ekonominin doğal işleyen düzenine müdahale etmemeli'' söylemimiz koca bir yalandı. Eğer, devletler bizi dizginlemeseydi tıpkı 1800'lü yıllarda olduğu gibi çocuk, kadın, erkek demeden, sizi günde 16 saat çalıştırmayı sürdürürdük. Eğer, tek güç piyasa olsaydı 40 yaşına gelen insanları işsiz aşsız kapının önüne koyarak açlığa mahkum etmeye devam ederdik.  Eğer, işiniz var olduğunu iddia ettiğimiz görünmez ele kalsaydı bugün ne hafta sonu tatiliniz, ne sendikal haklarınız, ne emeklilik maaşınız olurdu.

Söylemlerimizin, kuramlarımızın başına demokrasi, özgürlük, modernizm, bireysellik gibi kavramları eklemeyi hiç ihmal etmedik. Oysa piyasanın içinde ne özgürlük ne de bireysellik kök salabilirdi. Çünkü onun tek amacı kardı. Bizim, özgürlükten kastımız; üretim araçlarına kısıtsızca el koyma, sermaye ve girişim özgürlüğüydü. Bu gün yüzde doksanınızı düşünemez duruma getirmiş olmanın rahatlığıyla itiraf etmeliyiz ki, bireysellik ve özgürlük denince aklımıza gelen tek şey; sınır tanımaz bencilliğimize ket vurulmamasından  başka bir şey değildi.


Sonuç olarak, kişisel çıkarlarımızın gerçekte toplumun ortak çıkarı olduğuna sizi ikna etme adına söylemediğimiz yalan, eğip bükmediğimiz gerçek kalmadı.  Teşekkür borçluyuz size. Kurguladığımız sisteme gönüllülükle eklemlenmeseydiniz hayali gerçeklerimizi yaşamın ekonomik, sosyal gereklilikleri olarak pazarlayamazdık.  

İyi ki varsınız...

21 Ekim 2016 Cuma

2016 Türkiye'sinde Bir Günden 4 Haber;


1) Epilasyon dinimize aykırı’ diye bağırdı, silahla dört kişiyi yaraladı: Bir epilasyon merkezine ait tanıtım broşürünü dağıtmak isteyenlerle sokaktaki çay ocağında oturan bir grup arasında tartışma çıktı. Görgü tanıklarına göre, tartışmanın büyümesiyle gruptakilerden biri silahını çekti ve “Bunlar dinimize aykırı. Bunları dağıtmayın, bizi rahatsız etmeyin” diye bağırdı. Daha sonra da rastgele dört el ateş etti.

2) Buca Fatih Sultan Mehmet Anadolu Lisesi’nde öğrencilere izletilen National Geographic’in ‘Cosmos’ belgeselini izleten tarih öğretmeni Kahraman Kepenkçi, belgesel ‘İslam’a aykırı’ olduğu gerekçesiyle şikayet edildi:  Başbakanlık İletişim Merkezi aracılığıyla yapılan şikayette, “Buca Fatih Sultan Mehmet Anadolu Lisesi tarih öğretmeni, Cosmos adlı ateizm görüşünü dikteleyen varoluşu tamamı ile Darwin’ci teori ile İslam’a aykırı belgeseli birçok dersinde öğrencilere izlettirmiştir. Yüzde 97’si Müslüman olan bu ülkede bu davranışın gereğinin yapılmasını arz ederim” ifadeleri kullanıldı.

3) Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde akademisyenlerin derslere başı açık giren öğrencilere “Sizin yüzünüzden melekler derse gelmiyor” dediği öne sürüldü: Sözlü tacizlerine maruz kaldıklarını belirten N.S., kadın öğrencilere sürekli hakarette bulunduklarını kaydederek, “Bazı hocalar sürekli kadınlara yönelik nefret söyleminde bulunuyor. Sanki dünyadaki tüm kötülüklerin sebebi bizmişiz gibi davranıyorlar. Kadın öğrencilere sürekli olarak ‘Niye okuyorsunuz, ev hanımı olun çocuk doğurun’ diyorlar” diye konuştu. Derse mecburen başörtüsüyle girdiklerini aktaran N.S., “Feminizm ve kadın mücadelesi hakkında hakaretlerde bulunuyorlar. Derslere başı açık girdiğimizde ‘Sizin yüzünüzden melekler derse gelmiyor’ diye taciz ediliyoruz. Başını örtmek kişinin inancıyla alakalı ama hocalar yüzünden mecburen derse kapalı giriyoruz” dedi.

4) Diyanet’in ‘FETÖ’ye çaresi ‘cami gençlik kolları’: Üyelik sistemi oluşturulacak. Gençleri ibadete teşvik etmeyi amaçlayan gençlik kolları, sabah namazında buluşarak ilmihal, hadis, tefsir gibi dersler alırken, futbol, voleybol, basketbol ve masa tenisi turnuvaları da düzenleyecek. Gençlik kollarının ‘gönüllülük’ esasıyla hareket edeceği belirtilirken, üyelik sistemiyle hareket edilecek ve üye her gence üye kartı verilecek. Üye gençler, kendi aralarında başkan, başkan yardımcısı ve eğitim sorumluları seçebilecek. Böylece aidiyet duygusunun oluşturulması planlanıyor.

Türkiye'ye şeriat gelmez diyenlere... Yoruma gerek var mı?

Diken İnternet sitesinden derlenmiştir

19 Ekim 2016 Çarşamba

Türkiye'de Kentleşme ve Sözde Seçkinler


Yıl 1980. Türkiye nüfusunun %56'sı kırsalda % 44'ü kentlerde yaşıyor. Dış baskıların paralelinde 12 Eylül Darbesi sonrasında tarımın devlet eliyle çökertilmesiyle birlikte, köylerde yaşayan on milyonlarca insan adeta zorunlu göçe tabi tutuldu. Türkiye'nin demografik yapısı yakın tarihte hiçbir ülkede eşi benzeri görülmemiş bir  hızla değiştirildi. Bir sömürge ekonomisi yaratmak uğruna toplumun geleneksel dokusu tamamen parçalandı. Üretimsizleştirilmiş yardıma muhtaç köylüler büyük kentlerin varoşlarına sığınmak zorunda bırakıldılar: Bu insanlar;  ''piyasa'' ekonomisine uyum sağlamaya, sefalet içinde yaşamaya yeten bir ücret karşılığı çalışmaya ya da işsizliğe zorlandılar.  Neredeyse tüm  toplumsal kesimler çok önemli kültürel, sosyal, ekonomik sonuçlar doğuracak bu toplumsal keşmekeşi bilinçli bir kayıtsızlıkla seyretti. Çünkü büyük kentlerin yeni sakinleri; sermaye için ucuz işgücü, siyasetçiler için oy, tarikatlar için mürit demekti.



Süreç tamamlandığında ortaya yüzde 92'si kentlerde yaşayan, kentleşme oranı Batılı gelişmiş ülkelerin üzerinde bulunan bir Türkiye çıkacaktı. Evet, otuz yıl içinde  on milyonlarca insan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir göç dalgasıyla  kentlere doluşmuştu. Bugün TV dizileriyle kendinden geçen sözde seçkinlerimiz o yıllarda haftada 7 gün ekrana taşınan Tele Vole (kim kimi nerede yaptı) programlarıyla meşguldü. Onlar, çoklu kültürel etkileşimlere kapalı yalıtılmış dünyalarında sonsuza dek yaşayabileceklerine inanıyordu. Kentlilik bilincinin bireysel özelliklerden bağımsız olarak göçerle kentli arasındaki dinamik etkileşimlerle şekillendiğinden de bihaberdiler. Sosyal uyum projeleri yapılandırmak, vakıflarını, derneklerini seferber etmek, o dönemde neredeyse tamamını ellerinde bulundurdukları medyanın yönlendirme gücünü kullanmak yerine; göçerlerin kılık kıyafetini zorla değiştirme projelerine sarıldılar. Kentlerin yeni sakinlerini ‘’ötekiler’’ olarak betimlediler. Görmemezlikten geldiler. Çünkü sözde seçkinler için modernizm ve kentleşme sadece görsel sembolleri kullanarak edinilebilen bir kazanımdı. Modernizm dendiğinde çoğunun belleğine; bikini giymek, kravat takmak, pop müzik dinlemek, içki içmek, sinemaya, bara, saza caza gitmek  dışında bir şey gelmiyordu.


Evet, onlar göçerlere kıyasla daha iyi eğitim almışlardı; çoğu lise ya da üniversite mezunuydu; sermaye iş mal mülk sahibiydiler.  Anlı şanlı holdingler, vakıflar, dernekler kurmuşlardı. Türkçeyi aksansız konuşuyor, modern semboller kullanıyor, iyi giyiniyor, çok tüketiyorlardı. Ne var ki, ötekileştirdikleri kadar az okuyor, ötekileştirdikleri kadar az düşünüyor, aklı, sanatı, edebiyatı, düşünceyi ötekileştirdikleri kadar az önemsiyorlardı. O kadar cahillerdi ki, ne uygarlığın gelişmesinde kritik rol oynayan dinamikleri ne de tarihteki temel yol ayrımlarını analiz etmişlerdi. Öyle ki, 19. Yüzyılın ikinci yarısından 20. Yüzyılın ortasına kadar Batı’daki sosyal ve demografik değişimin temel dinamiklerini biraz inceleselerdi yaşananların toplumu nereye evireceğini kolaylıkla öngörebilirlerdi. Nitekim, Stefan Zweig Dünün Dünyası kitabında büyük bir göç dalgasıyla mücadele eden 1900 'lü yılların Paris’ini şöyle betimliyordu; 


’Çinliler, İskandinavlar, İspanyollar, Yunanlılar, Brezilyalılar ve Kanadalılar, Seine kıyılarında kendi evlerindeydi. Hiçbir baskı yoktu. Herkes dilediği gibi konuşabilir, düşünebilir, gülebilir küfredebilirdi. İsteyen tek başına, isteyen başkalarıyla birlikte har vurup harman savurabilir ya da tutumlu yaşardı. Her özelliğe yer vardı ve bütün olanaklar sağlanmıştı. Gönlünün çektiği gibi giyinmekte serbestti herkes. Üniversiteliler şık bereleriyle Sain-Michel Bulvarında piyasa yaparlardı, ressamlar da geniş mantarlara benzeyen şapkaları ve romantik kara kadife ceketleriyle paletlerdeki boyaları ezer, mavi ceketli ve kolları sıvalı işçiler kimseye aldırmadan volta atar, geniş kıvrımlı Breton külahlarıyla rahibeler, ya da mavi önlüklü şarap satıcıları en kibar bulvarlarda dolaşırdı. Irk, sınıf ve neyin nesi gibi umacılar kimsenin umurunda değildi. Herkes dilediğiyle konuşur, gezerdi ve kimse başını çevirip bakmazdı. Gece yarısından sonra en kibar genç çiftlerin sokakta dansa başlaması için ille de dört Temmuz olması gerekmezdi; polis böylelerine gülüp geçerdi. Çünkü sokaklar herkesindi! Kimse kimseden çekinip sıkılmazdı. Hanım hanımcık küçük burjuva bayanlar yolda rastladıkları fahişelere burun kıvırıp geçmez, merdiven başlarında durup onlarla çene çalar, çocuklar onlara çiçek verirdi. Bir gün kibar lokantaların birinde bir vaftiz töreninden gelen Normandiyalı zengin köylülere rastlamıştım. Köy giysileri vardı sırtlarında; ağır ayakkabıları takır takır ses çıkarıyordu. Aşırı pomatlı saçlarının kokusu mutfağa kadar yayılıyordu. Yüksek sesle konuşuyorlardı. İçtikçe sesleri daha çok yükseliyor, şişman karılarının kaba etlerine hiç çekinmeden vuruyorlardı. Pırıl pırıl fraklar ve zengin tuvaletler arasında bulunmaktan hiçbir tedirginlik duymuyorlardı. Sinekkaydı tıraşlı garsonlar da köylü müşterilerine burun kıvırmıyor, bir bakana ve ekselansa servis yapmışçasına incelik gösteriyordu. Paris çelişkilerin yanyanalığından başkasını bilmiyordu; yukarısı ve aşağısı diye bir şey yoktu. Gösterişli ana yollarla onların hemen yanıbaşındaki pis yan sokaklar arasında göze çarpan bir sınır yoktu.’’  

 Batı metropolleri yaşam tarzı farklılıklarını kent kültürü içinde eritebilme yetkinliği açısından hala bizden çok ileride. Çünkü, Avrupalı elit  yerleşikle göçer arasında ortak bir kentlilik bilinci yaratmadan kendi yaşam biçimini garanti altına alamayacağını 20. yüzyılın başında anlamıştı. Ancak Türkiye'nin sözde seçkinleri, göçerlerin kente uyumunu sağlayarak kolektif bir bilinç yaratmaya hiçbir zaman yeltenmedi. Yerleşikle göçer arasındaki sosyal, kültürel, ekonomik ayrımların ancak eğitimin, bilimim, aklın, edebiyat ve sanatın  potasında eritilebileceğini kavrayamadı. Böylece, çaresizlikten kime neye sarılacağını bilemeyen kendilerine sahip çıkacak ilk gurup ya da kurumun kolu kanadı olmaya hazır göçerleri tarikatların cemaatlerin, Siyasal İslam'ın, radikal dinci örgütlerin kucağına ittiler. Bu tarihi yanlış  Türkiye'nin III. Selim'le başlayan (1789-1807) Batılılaşma, modernleşme uğraşlarının heba edilmesine yol açtı, Türkiye'yi 15 Temmuz darbe girişimine kadar sürükledi.  

Bugün, yaşam tarzları tehdit altında bulunan sözde seçkinler hala geçmişte yaşananları nedenler ve sonuçlar bağlamında analiz etmemekte direniyor. Bu akıl almaz kayıtsızlığın sürmesi durumunda Türkiye çağdaş bir toplum yaratma umudunu sonsuza dek yitirecek. Bu nedenle geçmişte yapılan yanlışların eleştirel bir bakış açısıyla analiz edilmesi doğru stratejilerin oluşturulması bakımından kritik bir önem taşıyor.

Gereksinimiz, ahlaki, hukuki, siyasi evrensel ilkeler üzerine yapılandırılacak yeni bir paradigma. Bu paradigmayı oluşturmanın yolu, tek başına iktidara gelmesi olanaksız muhalefet partilerine destek vermekten, ayrışmadan, eylemsizlikten değil yeni sivil toplum kuruluşları, yeni siyasi hareketler, yeni medya yapıları örgütlemekten, çağdaşlığın bayrağı altında ortaklaşmaktan geçiyor.






22 Ağustos 2016 Pazartesi

Cemaatler Siyaset ve İşdünyası

FETÖ soruşturması çerçevesinde yüzlerce şirket, holding soruşturuluyor. İşinsanı kılığına girmiş sahte girişimciler darbeci  terör örgütüne mali yardım sağlama, üye olma suçlamasıyla gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Siyaset, cemaat, iş dünyası  üçgenindeki kirli ilişkiler bir bir ortaya saçılıyor. Aslında tanıklık ettiğimiz Osmanlıdan günümüze süregelen bir geleneğin dışa vurumundan başka bir şey değil. Öyle ki,  bugün, faaliyet gösteren birçok holdingin mevcut konumunu ürettikleri mal ve hizmetlerden, geliştirdikleri teknolojiden ziyade devlet kurumlarının kapalı kapıları ardında kurulan ilişkilere borçlu olduğu bilinen bir gerçek. (Tek parti dönemi vurguncuları, Demokrat parti, Adalet Partisi ANAP, AKP zenginleri...) Yıllardır, kamu ve özel sektörde  liyakat ve başarıyı dışlayan ''ilişki yönetimi''nin temel belirleyici olduğu bir anlayış egemen. Dolayısıyla Türkiye'de sermayenin ilişkiyle biriktirilmesi, işin aşın eşin ilişkiyle bulunması, konum ve saygınlığın ilişkiyle elde edilmesi hiç şaşırtıcı değil.

Sermayenin biriktiriş şekli aynı zamanda devşirilen sermayeyle kurulan işin yönetim anlayışını da temelden şekillendirir. Bu nedenledir ki, Türkiye'deki iş yapılarıyla cemaat yapılarının örgütlenme şekilleri arasında dikkat çekici bir benzerlik bulunur. Her iki yapıda da her türden süreç kişiler arası ilişkilere dayanıyor. Siyasetçiyle sermaye sahibi arasında kazanayım kazandırayım (win win)  ilişkisi devam ettiği sürece çıkar taraflar normlar, yöntemler üzerinde kolaylıkla uzlaşıyorlar. Bu uzlaşı, ''iki artı iki eşittir beş'' türü paradoksları bile kaldırabilecek sağlamlıkta. 

Dini cemaatlerde ya da iş cemaatlerinde gücü elinde bulunduran, bir yöneticiden çok efendi konumundadır. Dolayısıyla astlar  efendiden gelen emirlere kayıtsız koşulsuz itaat eder. Her iki yapıda da yönetim erkini elinde bulunduran meşruluğu yetkinlikten çok otoriteyle olan yakınlıktan alır.  Hepsinden daha önemlisi, bu yapıla gayrişahsiliği yani kişilerüstülüğü dışlar yani  kişiler arası ilişkiler her zaman olguların önünde gelir. 

Türkiye ne yazık ki cemaatlerden cemiyete, müritlikten bireye doğru ilerleyen toplumsal evrimi  bir türlü tamamlayamadı. Yaşadığımız sorun bir azınlığın çıkarları yerine genelin çıkarını, inançların yerini öğretileri önceleyen bir düzen kurulana dek çözülmeyecek.   Türkiye ya bu eşiği aşacak ya da karanlığın çıkmaz sokaklarında yitip giderek sonsuza kadar az gelişmiş bir ülke olarak kalacak.


17 Haziran 2016 Cuma

BU KADAR SINAV NEDEN?

Bertell Ollman Diyalektik Soruşturmalar kitabında sınavlar ve sınava girme konusundaki yanlış varsayım ve kanaatleri şu şekilde sıralar: ''Sınavlar eğitimin zorunlu bir parçasıdır.  Sınavlar tarafsızdır, öğrencilerin ne kadar bilgili ne kadar zeki olduklarının göstergesidir. Bütün öğrenciler sınavlarda eşit başarı şansına sahiptir. Sınavlarda çocukların yaşam koşullarındaki büyük farklılıklar çocukların performanslarını ancak ihmal edilebilir düzeyde etkiler. Sınavlar ve özellikle de sınav korkusu öğrencileri ders içi sorumluluklarını yerine getirmeye motive etmek için zorunludur. Toplumsal  ve psikolojik bağlamda sınavlar kimseye zarar vermez...''

Oysa, gerçek yukarıdaki varsayımlardan çok farklıdır. Öyle ki, sınavlar öğrencileri herkesin çalışarak istediğini elde edeceğine, başarı ölçütlerinin tüm insanlar için nesnel ve adil olduğuna ve herkesin hak ettiğini aldığına inandırılırlar. Ve çocuklar büyüdükçe kökten yanlış bu yargıları kendi başarısızlıklarını da kapsayacak şekilde yaşamın bütün alanlarına taşırlar. Bu yönelim onların  kendi hatalarından kaynaklanmayan başarısızlıklar konusunda suçluluk duymalarına yol açar. Öğrenciler sınav disipliniyle gelecekte karşılaşacakları istismar ve haksızlıklara sessizce boyun eğmeye hazırlanır. Sınavlar yaşamın ilerleyen dönemlerinde otoriteden gelecek emirleri hiç sorgulamadan kabul etmeye koşullar çocukları. Öğretmen hep doğru yanıtları bilen kişi olduğundan çocuklar soru sorma konumundakilerin her zaman ve  her koşul altında kendilerinden daha bilgili olduğuna inandırılır.

Sınavların yarattığı en büyük adaletsizlik ise,  sınava girenlerin eşit koşullarda bulunduğu varsayımıdır.  Oysa, sınava girenler eşit koşullarda değildir. Sınavlardaki başarısızlığın veya başarının belirleyicisi bazı istisnalar hariç kesinlikle sınav değil çocukların yaşam koşulları arasındaki derin ayrımlardır. Nitekim bir çok araştırma ailenin gelir düzeyinin, anne babanın kişilik özelliklerinin çocukların sınav sonuçları arasındaki güçlü korelasyonu ortaya koymuştur. Yani sınavlar bir anlamda var olan yapısıyla toplumsal eşitsizliğin ve sorunların dışavurumudurlar.  

Tüm bu veriler bir arada değerlendirildiğinde sınavlar asla yaşamdaki başarının belirleyicisi değildir. Dolayısıyla anne babalar çocukların sınavlardaki ne başarısızlığını eleştirme ne de başarısını övme konumundadır. Onların yapmaları gereken; 2-3 yılda bir değiştirilen bu yapboz sisteminin dolaylı sorumluları olarak başlarını öne eğerek susmaktır.  

Bu gün ülke olarak gerçek gereksinimiz;  beyinleri çağdışı fikirlerle hurafelerle yıkanmış, düşünme yeteneği iğdiş edilmiş insanlar yaratmak değil, düşünme, analiz etme, sorgulama, yaratma yetkinliğine sahip sıra dışı insanlar yaratmaktır.  


''Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın... ''

Halil Cibran (Lübnan asıllı ABD'li ressam, şair ve filozof) 


13 Haziran 2016 Pazartesi

Kayırmacılık (Nepotizm)

Fox TV'de  yayınlanan bir araştırmanın sonucuna göre Türkiye'de eşi, dostu, akrabayı işe alma oranı %79. Bu veri, yönetsel kalitesizliğin,yolsuzluğun en verimli toprağı olan kayırmacılığın ulaştığı düzeyi göstermesi açısından son derece çarpıcı. Öyle ya, insan yakın çevresini biraz dikkatle irdelediğinde bile araştırmanın ortaya koyduğu kepazeliğin boyutlarını rahatlıkla gözlemleyebiliyor. 

Profesyonel yöneticiler patronların şirketlerini birer aile çiftliğine dönüştürmesine göz yummanın ödülünü; emekli olduktan sonra hatta hala iş başındayken çocuklarına çalıştıkları kurumda koltuk devşirerek alıyorlar.  Öyle ki, emekli olduğu kuruma iki oğlunu birden yerleştirecek kadar pervasız profesyonel yöneticiler var. Siyasetçiler, bürokratlar personel alım sınavlarının sorularını çalacak, sınavla kazanılması gereken pozisyonlara akraba, yandaş atayacak kadar çıldırmış durumdalar. Kamu kurum ve kuruluşları cahil yandaşlardan oluşmuş  bir liyakatsizler sultasınca istila edildi, ediliyor. Sorun  sermaye sahipleri cephesinde çok daha endişe verici boyutta. Fakir halkın kaynaklarını siyasi ilişkilerle cebe indirerek ganimete dönüştürenler kazanılması gereken makamları akrabaları arasında pay etmekten yüksünmüyorlar.  Yönetim kurulları, şirket üst düzey yönetimleri, bakanlıklar, üniversiteler, vakıflar birer hemşehri, eş, dost akraba arpalığına dönüştürüldü, dönüştürülüyor. Bilgili pırıl pırıl gençler yaşam boyu işsizliğe mahkum edilirken; ülkenin önünü açacak pozisyonlar patronların geri zekalı akrabalarına, profesyonellerin şımarık çocuklarına, siyasetçilerin cahil yandaşlarına peşkeş çekiliyor. 

Evet nepotizm (kayırmacılık) ülkeyi top yekun bir felakete sürüklüyor. Hiç abartmıyorum  içinde bulunduğumuz durum kelimenin tam anlamıyla bir felaket. Öyle ki, dünyanın, bio fabrikasyonu, genom kopyalamayı, genetik siborg nanoteknoloji mühendisliğini, yapay zekayı, Mars'ın kolonileştirilmesini, tartıştığı: kurumsal değerin çalışanların bilgi düzeyi, yenilik yaratma yetkinliği yani bilişsel sermayeyle ölçüldüğü bir çağda Türkiye kayırmacılık bataklığında can çekişiyor. 

Aslında yazıya Meritokrasinin tanımı, öğretisi ve epistemolojisiyle ve kayırmacılık sorununun çözüm yollarıyla devam etmem gerekiyor. Ancak  her türden kavramın blinçli bir şekilde ters yüz edildiği bir ülkede ''Meritokrasiyi kime, nasıl anlatabilirsiniz? Kayırmacılığa tepki olarak ortaya çıkmış, makamların zeka, çalışkanlık, uzmanlık vb.  yetkinlikler ölçüt alınarak dağıtıldığı bir yönetim şekli Türkiye'de kimin ilgisini çeker?.''Bal tutan parmağını yalar '' özdeyişini içselleştirecek kadar pragmatizmin zirvesine çıkmış bir toplumda kim sesinizi duyar? Güç ve makamı tanrılaştıran toplumsal uzlaşının yüksek duvarları hangi sıçrama tahtasıyla aşılır, hangi araçlarla kimi harekete geçirebilirsiniz? 

En doğrusu bu yazıyı son yıllarda geçer akçe olan bir üslupla bitirmek; Ey, liberaliyle muhafazakarıyla cahil sermayedarlar. Ey, çocuklarına görev yaptığı kurumlarda koltuk dağıtan sözde profesyoneller. Ey ülkenin en değerli konumlarını akrabaya, yandaşa peşken çeken siyasetçiler, bürokratlar. Ey, kayırmacılığı güç ve makam sahibinin doğal seçim hakkı olarak hoş gören cahil kitleler; el ele vererek ülkeyi nasıl bir felakete sürüklediğinizi hepiniz yakın bir gelecekte anlayacaksınız. Ne yazık ki geçmişte olduğu gibi hatalarınızın bedelini siz değil gelecek kuşaklar ödeyecek. 




2 Haziran 2016 Perşembe

Neden Yaratamıyoruz

Hiç unutmam. Yıllar önceydi. Henüz orta düzey bir yöneticiydim. O dönemde pek bilinmeyen günümüzde, hızlı tüketim malları sektöründe tüm şirketlerce kullanılan bir satış sisteminin sunuşunu yapmak için şirket merkezindeki toplantıdaydım. Organizasyonun anlı şanlı tepe yönetiminin neredeyse tamamı uzun bir toplantı masanın etrafına dizilmişti. Heyecandan titriyordum. Aslında ne bir buluş yapmış, ne de bir şey yaratmıştım: Önereceğim sistem, zaten Batılı birçok şirkette kullanılıyordu. Henüz sistemin ana hatlarını anlatmaya başlamıştım ki, ortalık birden bire karışmış, kelli felli ''yöneticiler'' hep bir ağızdan bağrışmaya, tartışmaya başlamıştı.  Kimi beni şirketi batıracak bir öneri yapmakla itham ediyor, kimi sadece ''olmaz olmaz'' diye bağırıyordu... 

Google sadece 25 yıl  önce kurulmuş bir şirket. Apple'ın kuruluş tarihi daha eskiye dayansa da şirket güçlü konumunu son 20 yıldaki yenilikçiliğine borçlu. Google'un değeri 1.2 trilyon Dolar Apple'ın 2 trilyon Dolar. Yani iki şirketin toplam piyasa değeri 3,2 trilyon dolar. Bu tutar, Türkiye'nin 2022 yılı gayri safi yurtiçi hasılasının 3,7 katına denk düşüyor. Başka bir deyişle bu 2 şirketin yaklaşık 220 bin çalışanı  85 milyonluk Türkiye'nin 365 günde ürettiği bütün nihai mal ve hizmetlerin toplam değerinden 3,7 kat fazla değer yaratıyor. Her iki şirketin ortak paydası özgür bilincin eseri olan ve yaşadığımız topraklarda az rastlanır bir yetkinlik: Yaratıcılık.

Yaratıcılığın Batı dillerindeki karşılığı ''creativity''. Bu kelime, Latince “creare” kelimesinden geliyor, anlamı “doğurmak, yaratmak, meydana getirmek”. Aslında farklı düzeylerde olmakla birlikte yaratıcılık tüm insanlarda bulunan, geliştirilebilen bir yetkinlik. Ne var ki, yaratıcılığın serpilip gelişmesi; düşünsel üretimi destekleyen,  bireye ve onun özgürlüğüne saygı duyan, aykırılıkları farklılıkları yadırgamayan, çoğulculuğu içselleştirmiş bir kültürün varlığına bağlı. Yaratıcılığın Türkiye'de neden kök salmadığını anlamak için yaratıcı kişilik özeliklerine kısaca bir göz atmamız yeterli. Yaratan, meydana getiren, doğuran insan sıra dışıdır, uçlarda gezinir, sürekli arayış içindedir, sorgular, zamanı önemsemez ve başkası için uygun olan değil kendi için uygun saatlerde çalışır. Yaratıcı insan; tekere çomak sokan, otoriteye kulak asmayan, kuralları önemsemeyen yani yıkarken inşa eden insandır.  

Yaratıcı insanın kişilik özellikleri ataerkil Orta Doğu tipi organizasyonların itaatkar, talimatla iş gören, üzerine vazife olmayan işlere bulaşmayan çalışan profiliyle temelden çelişir. Yani, yaratıcı insanların kişilik özellikleriyle bu topraklarda revaçta olan çalışan tipinin ayırt edici kişilik özellikleri arasında korkunç bir uçurum vardır. Öyle ki,  bu ilkel iş yapış kültürü ve  onun ataerkil yönetenleri, gerek kamuda gerek özel sektörde olsun, yaratıcılığın karşısına  aynı geleneksel şablonlar ve söylemlerle dikilirler: 
''Neyin kafasını yaşıyorsun sen? Henüz hazır değiliz. Bu saçmalıklar nereden aklına geliyor? Nereden çıktı şimdi? Bizim için çok erken. Onca işin arasında bunun sırası mı? Bu sistem bize uymaz. Eski köye yeni adet mi getiriyorsun? İcat mı çıkartıyorsun? Saçmalama! Senin başka işin yok mu? Biz ciddi bir kuruluşuz. Daha önce denedik olmadı. Daha önce hiç bunu yapan olmuş mu? Biz böyle iyiyiz. Çok güzel fikir ama fakat fakat fakat…''

Hegel ''Düşünce dünyamızı maddi dünyamız belirler" der. Yani, ekonomik karakterler üretim araçlarını, üretim güçlerini, üretim ilişkilerini; siyaset, din, sanat, bilim, kültür, ahlak kurumlarını şekillendirir. Siyasetteki, sokaktaki, evdeki nobran dayatıcı üslup ve kalitesizlik bir anlamda sosyoekonomik ilişkilerdeki despotizmin  izdüşümüdür. 

Tüsiad çevreleri, haklı olarak, Tayip Erdoğan'ın tekçi, dayatıcı, ben odaklı yönetim anlayışını ve üslubunu eleştiriyor. Ne var ki, empatiden uzak bu yaklaşım timsah gözyaşından öte bir anlam taşımıyor. Çünkü eleştiri konusu olan tarz ve yaklaşım aile şirketlerindeki iş görüş şekliyle birebir aynıdır. Yani, ülkenin büyük aile şirketleri dayatıcı, koşulsuz itaat bekleyen, büyümüş kibrinden burnunun ucunu göremeyen liyakatsiz sermayedarlarca yönetiliyor. Bir anlamda iş dünyasındaki yöneten profili, ''despot'' diye nitelendirdikleri siyasetçilerin görece küçük minyatürlerinden oluşuyor. Dolayısıyla liyakatsiz patronların; yaratıcılığın bu topraklarda kök salamamasındaki sorumluluğu en az siyasetçiler kadar yüksektir. Sermayenin yaratıcılığı, çok sesliliği dolayısıyla da düşünce özgürlüğünü savunmaktaki isteksizliğini anlamak için iktidar yanlısı sermayenin tekelindeki medyanın içler acısı durumuna bakmak yeterlidir. Tüsiad üyeleri liberalizmi, bireyselliği, insan haklarını bir anlamda da kendi çıkarlarını savunacak medya yatırımları yapmak yerine ellerindeki medya kuruluşlularını tek sesliliği destekleyen gruplara satmıştır. İktidar korkusu nedeniyle medya sektörüne yatırım yapma cesaretinden bile yoksun bu güruh; üreten, yaratan, keşfeden bir iş kültürü inşa edebilir mi?   

Son analizde, iş dünyası küresel markalar yaratmak yerine plazalar, alışveriş merkezleri dikerken, siyasetçilerin saraylar inşa etmesine, sıra dışı aykırı çalışanları işsiz bırakıp dalkavuklarını ihya ederken siyasal partilerdeki lider sultasına ses yükseltebilir mi? 
İş dünyasındaki tek adamcı, dayatıcı anlayış yerini  çoğulcu, çok sesli, özgürlükçü bir yönetim anlayışa bırakmadan bu topraklarda Google ve Apple gibi şirketlerin ortaya çıkması olanaksızdır. 
İş dünyasına demokrasi gelmeden siyasete demokrasi asla gelmez. 



25 Mayıs 2016 Çarşamba

Anı Yaşa

''Anı yaşa''  güncelliğini  çağlar boyunca koruyabilmiş bir şablon. İlk kez Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius’un bir dizesinde geçen ''Carpe diem''  bugün en sık dillendirilen söylemlerden biri hala... 

En basitinden en karmaşığına her türlü iletiye eklemlenen bu klişe, aslında yakın geçmişi anımsamayı olanaksızlaştıran, bilinçsel alışkanlıkları temelden değiştiren zihinsel bir çarpıklık...  İnsan bilinci; düşünceleri, bilgi ve duyguları zamanın akışı içinde dış uyaranlar yoluyla kazanır. İnsan içine doğduğu mekansal zamansal düzlemlerden ve geçmişinden bağımsız var olamaz. Yani insan kendini  geçmişinin malzemesiyle inşa eder. Dolayısıyla vicdan azabı, pişmanlık, haz, zevk vb. duygularla insanın geçmişi arasında çok derin bir bağlantı vardır.  İnsan kişiliği anla değil, geçmişte yaptıkları veya yapmadıklarıyla şekillenir, yaşanmışlıkları özümseyerek olgunlaşır. Onun gerçeği geçmişidir, ana geçmişin içinde olgunlaşarak gelir insan. 

İnsanın geçmişini inkar etmesi benliğini inkar etmesiyle özdeştir. Ne var ki, tüketim ekonomisi ana ait belleği tıka basa dolu, geçmişe ait belleği ''bilinçli unutkanlık''la sıfırlanmış insanlarla ayakta kalabilir. Bugün sanayi kapitalizminden çok daha etkili araçlara sahip bilişsel kapitalizm; gereksinim duyduğunu tüketen insanı yakın geçmişi bellekte tutmayı olanaksızlaştırarak üretir. Bilişsel kapitalizm süreksizliğin algı değerini yükseltirken zamansal devamlığı aşındırır, yaşamı parçalayarak  farklı kompartımanlara ayırır. Böylece  bilincin  bütünsel bir yaklaşımla  neden sonuç ilişkileri kurmasını, doğru verilerle doğru analizler yapmasını olanaksızlaştırır. Yaratılan bu zamansal süreksizlik insanı, ancak geçmişten geleceğe uzanan süreç içinde gelişen güven duygusundan yoksun bırakırken geleceği göreceleştirir, anın değerini yükseltir. Geleceğe dair beklentilerin azınlığın çıkarları doğrultusunda sinsice sömürüldüğü bir fanteziler dünyası yaratır.  İnsanlar, beklentileriyle yaşamın sundukları arasındaki farkları hayallerle düşlerle kapatmaya, elde avuçta olanı anı yaşamak için harcamaya zorlanır. İnşa edilmeye çalışılan; pragmatizm üzerine kurulmuş, teşhir ve gösterişe dolayısıyla haset ve kıskançlığı köpürtmeye dayalı bir mutluluk anlayışıdır. 

Bu fanteziler dünyasında öznel nesnel her şey anlık ve vazgeçilemez birer gereksinimdir. Düş, kapitalizmin yapısal ve döngüsel sorunu olan ve her 6-7 yılda bir tekrar eden ekonomik krize kadar devam eder. Her ekonomik kriz kartları tekrar dağıtır.  İşsizliğe borçlu yakalananları oyundan çıkartır ve büyük özverilerle edinilmiş taşınır taşınmaz varlıklar krizle birlikte hancı olan  kapitalistlere geri döner. Bir süre sonra oyun yeni kurbanlar için ''haydi bütün eller havaya'' anonsuyla birlikte tekrar başlar. Değişen tek şey jenerasyondur.

Victor Hugo'nun ''Yarın hep güzel olacak derler. Oysa bugün, dünün yarını değil midir ?'' deyişinin hep kulaklarınızda yankılanması dileğiyle...







10 Mayıs 2016 Salı

SEÇ BEĞEN MOBBING’İN HER TÜRÜ VAR












Yöneten sıfatıyla atadıkları insanların kişilik özeliklerine duyarsız sermayedarlarca atanmış, narsistik kişilik bozukluğundan muzdarip bir genel yöneticiydi. En sıradan olguların, en olağan söylemlerin ardında bile gizli tuzaklar arayan bir paranoyağa binlerce çalışanı eti senin kemiği bizim kabilinden teslim etmişlerdi. Oysa düşünürler yıllarca, gücün kötüye kullanımı üzerinde akıl yormuş; yasal düzenlemelerle devlet başkanlarının, parlamentoların, yüksek yargı organlarının yetkileri sınırlamıştı. Ama aynı akıl her nedense sermayenin gücü kötüye kullanma sorununu piyasanın görünmez elinin kontrolüne bırakmıştı. Bu kurama göre; paternal ilişkilerin egemen olduğu ilkel organizasyonlar; yetkin çalışanların organizasyonu terk etmeleri, yönetim kalitesizliği vb. nedenlerle  piyasa tarafından elenecekti... 

Öykümüz, düşmanlarınca dinlendiğine, izlendiğine, gözetlendiğine inanan hastalıklı imgelemlerle dolu bir zihnin binlerce insan için yarattığı bir cehennemin öyküsü. Bu hastalıklı zihin, astlarını ve üstlerini  kendi konumu için oluşturdukları tehdide göre gruplardı. Öyle ki, düşmanları sürekli değişirdi. Düşman, bazen şirketin ''kalıtsal lider''i bazen holdinge bağlı diğer bir şirketin başkanı, bazen bir bayi, bazen de bir satış temsilcisiydi. Efendilerinin övgüleriyle beslenen bu zihnin aldığı en derin haz, bir gereklilik yokken kendiyle birlikte çalışanları gecenin geç saatlerine kadar ofiste tutsak etmekti. Sonu gelmeyen toplantılarla, ikili görüşmelerle, nedeni plansızlık olan sayısız geri dönüşlerle, yarattığı angaryalarla, beni görmeden çıkmasın talimatlarıyla  tam bir sosyal yaşam katiliydi Şaban... 

Şaban, yönetimi başkalarının olguları, düşünceleri, söylemleri, tasarımları üzerinde lafazanlık yapma sanatı olarak algılıyordu. Ona göre bilgi kişisel gelişim uğraşlarıyla edinilecek bir yetkinlik değil ikili görüşmelerde astları sorguya çekerek devşirilecek bir kazanımdı. Yine onun iş anlayışına göre yönetenin  birincil sorumluluğu ufuk açmak değil denetlemek ve kontrol etmekti. 

Şaban'ın önceliklerini, görevin yaratacağı değerden çok içinde yüzlerce eser geçer düşüncenin, korkunun uçuştuğu kaotik bir bilinç belirliyordu.  Onun hastalıklı imgelem dünyasında; her olgu, her kavram, her nesne hiç gerekmediği halde her an üzerinde günlerce çalışılması gereken bir sanrıya dönüşebilirdi. Oysa, çevresinde şirketin faaliyet alanında uzun yıllara dayalı edinime sahip, alanında yetkin yüzlerce aklı başında uzman vardı. Organizasyon onun yarattığı kaosa rağmen bu insanların sayesinde ayakta kalabiliyordu. Gel gelelim, bu hasta kişiliğin işin gerçekliğinden kopuk sorunlu imgelem dünyası: doğrular üzerinde sağlanan uzlaşıyı veya birimler arası dayanışmayı bile otoritesine karşı bir başkaldırı olarak algılıyordu.... 

Ne yazık ki, Şaban'ın çalışanlar için yarattığı kabuslar, zaman zaman 14 saati bulan, günlük çalışma süresiyle sınırlı değildi.  Yeni iletişim teknolojilerini, bu hastalıklı ruh bir elektronik prangaya, bir mobbing aracına dönüştürmüştü. Yaratığı iletişim kirliliğinin şirkette neden olduğu psişik yıkım gerçekten dramatikti.  Mesai saati, gece gündüz, hafta sonu, bayram tatili, yıllık izin demeden üzerine ‘’ivedi’’ uyarısı eklenmiş binlerce elektronik posta ve bir çoban değneği olarak kullanılan mobil iletişim çalışanların dünyasını karartıyordu...  Tüm bu olup bitenler arasında en dramatik olanı; binlerce çalışana uygulanan bu sistematik işkencenin defalarca uyarılmasına karşılık sermayeden aldığı güçle yönetmeye soyunmuş Yönetim Kurulu başkanınca kayıtsızlıkla karşılanmasıydı.  

Ne üzücüdür ki ''Kalıtsal Yönetici'' Şaban'dan sonra da kişiliği, yetkinliği hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığı cahil ve liyakatsiz yöneticiler atamaya devam edecekti. Bu akıl tutulması sonunda piyasanın görünmez elini harekete geçirecek, organizasyon içten içe çürüyecek, tacizcilerin iş bilmez yöneticilerin yaptıkları yanlarına kar kalacaktı...                                 

Orta Doğu Tarzı şirketlerde çalışma süresi neredeyse günün dörtte üçlük bölümünü kapsar. Bu akıl dışılığın en az plansızlık kadar önemli nedeni; kalıtsal liderlerin yaşamını ofislerde tüketen yöneticilere duyduğu hayranlıktır. Öyle ki, Orta Doğu tarzı yönetim atadığı yöneticiyi işinin  başına diktiği  bir bekçi olarak görür. Bu anlayışa göre, üst düzey yönetici gecenin geç saatlerine kadar ofiste kalmalı ve çalışanları da ofiste tutmalıdır. Çünkü cahil patronlar yönetsel zamanın verimliliğini ölçme yetkinliğinden, araçlarından yoksundurlar. Onlar için nicelik her zaman nitelikten önde gelir.  Dolayısıyla ofiste geçirilen zamanın uzunluğu, zamanın nitelikli kullanımından çok daha önemlidir. 

Orta Doğu Tarzı Yönetimin anlayışı, çalışanları iş dışındaki yaşam alanlarından soyutlar. Toplumla iletişim kuramayan, işiyle sosyalleşebilen, sürekli onay, sürekli beğeni bekleyen, okumadan yazmadan varlaşan bir yöneten tipi ortaya çıkarır. Orta Doğu tarzı yöneten için en az sermaye kadar değerli bir kaynak olan zaman; odağında kendisinin bulunduğu aktivitelerde yani gereksiz toplantılar, değer yaratmayan iş görüşmeleri, amaçsız iş seyahatlerinde hovardaca tüketmek için vardır.  Ne gelişen teknoloji, ne de yeni yönetim sistemleri; bu sosyal yaşam hırsızlarına ofiste geçirilen süreyle, yaratılan değer arasında bir koşutluk bulunmağını, değerin şirkette kaç saat geçirildiğiyle değil erişilen hedef ve sonuçların niteliğiyle ölçülebileceğini öğretebilir.

Orta Doğu Yönetim Anlayışıyla yönetilen aile holdinglerinin diğer belirgin özelliklerinden biri de  kablosuz dijital iletişim sistemlerini iş süreçlerine uyarlama beceriksizliğidir. Öyle ki verimliliği, etkinliği karlılığı artırmak için geliştirilmiş donanımlar bu anlayışın elinde  birer psikolojik taciz ve çalışanların iş dışı özel anlarına ücretsiz el koyma aracına dönüşür. Bu ilkel iş anlayışı günlük çalışma saatlerinin kısaltılması için verilen yüzlerce yıllık mücadelenin tüm kazanımları gasp etmiş; çalışanlar tıpkı on sekizinci yüzyılda olduğu gibi günde 16-17 saate çalışmak zorunda bırakılmıştır. 

Çalışanları zihinlerinin korkunç sığlığına hapsedenler, insanların düşünme yaratma yetisini yitirmiş varlıklara dönüştürerek köleleştirenler, nasıl bir felakete yol açtıklarının henüz farkında değiller. Yılları değersiz iş aktiviteleriyle, televizyon dizileri örneği uzayıp giden gereksiz toplantılarla, telefon görüşmeleriyle, yağmur gibi yağan anlamsız elektronik postalarla nasıl boşa harcadıklarını anladıklarında  zaman ise her şey için çok geç olacak... 


11 Nisan 2016 Pazartesi

Müşteri Ziyareti














Artan rekabet, saldım pazara mevla kayıra anlayışıyla çıkartılan markalar, ürünler, ambalajlar... Taklitçilik, damping, yitip giden saygınlık ve güven... 

Ne gariptir ki, bazı yönetim kurulu başkanları başarısızlığın kendi cehaletlerinden ziyade çalışanların uygulama (execution) yetkinsizliğinden kaynaklandığını düşünür. Ve bu düşünceyi kanıtlamak ereğiyle evrensel iş öğretilerinden bihaber aile efradını da yanlarına katarak soluğu müşterilerinin yanında alırlar.  

Oysa, bir YK başkanınca yapılan pazar incelemesinin yaratacağı etki, bir ordu komutanınca yapılan askeri birlik denetlemesinin yaratacağı etkiden farksızdır. Her iki çalışma pratiği sorunun çözümünden çok gösteriye, şekilciliğe odaklıdır. Nitekim, YK başkanının ziyaret programı bölgeye ulaşır ulaşmaz yöneticiler bir astsubay telaşıyla işe koyulurlar. Garnizondaki eski yatak çarşaflarının yenileriyle yer değiştirmesi misali hummalı bir çalışma başlar. Satış noktalarına teşhirler açılır, stoklar gözden geçirilir, dağ taş şirket bayrakları ve posterlerle süslenir. Ziyaret günü gelip çattığında ise bakanların başbakanların konvoylarını aratmayacak araç ve çalışan kalabalığıyla görkemli bir gösteri başlar.  

Dört beş şirket aracının bir anda bir satış noktasının önünde durması. Arabaların açılan kapılarından boşalan kelli felli ''yönetici''lerin daracık dükkanlara sıkış tepiş doluşması, hep bir ağızdan saçma sapan sorular sorması... 

Bu akıldışı gösterinin işletme sahipleri üzerinde yarattığı travmayı betimlemek olanaksızdır. Zavallı adamlar  ''ben pazar odaklı bir sermayedarım'' ya da '''müşteriler bizim en değerli varlığımız'' algısı yaratmak sevdasıyla karşısına dikilen, sözde yöneticilerin ne yapmaya çalıştığını bir türlü kavrayamazlar. Bu gösteriye katılmak zorunluluğundaki pazarlama ve satış çalışanlarının durumu ise çok daha dramatiktir. Gencecik pırıl pırıl çalışanlar saçma sapan sorular soran, aldığı yanıtlara cahilce karşılık veren  ''üst düzey'' yöneticileri şaşkınlıkla izlerler. Çaresizdirler. İş dışı ortamlarda beş dakika sohbet etmek istemeyecekleri ''yöneten''lerine katlanmak zorundadırlar. Genç bir çalışanın geleceğe dair beklentilerini hiçbir olgu bu ucuz gösterinin zırvaları kadar olumsuz etkileyemez.    

Oysa, çağdaş bir organizasyon için üst yönetimin  pazar incelemeleri  kritik bir önem taşır. Çalışma zamanının büyük bölümünü ofiste geçiren üst yönetime dağıtım kanalları ve saha çalışanlarıyla yüz yüze iletişimin kurma, takım ruhu yaratma, paydaşları stratejilere odaklama gibi sayısız fırsatlar sunar. Ne var ki, pazar odaklılık müşterilerle bilinçsizce  yapılan lafazanlığın çok ötesinde bir olgudur. Pazar odaklılık tümevarımsal bir yaklaşımla iş süreçlerini müşteriden(consumer) şirkete doğru yapılandırmak, saha gözlemlerini diğer satış pazarlama araştırmalarıyla bütünleşik analiz edecek sistemler (CRM) kurmaktır. Yani tepe yönetimin sorumluluğu amaçsızca şehir şehir, sokak sokak, nokta nokta  dolaşmaktan çok iş süreçlerini tasarlamak, yönetim sistem ve araçlarını yapılandırmaktır. Dolayısıyla bazı YK başkanları ya da genel yöneticilerce yapılan: ben şimdi işten kimi çıkarsam, suçu kime yüklesem türü pazar analizleri çalışanların aidiyet duygularını ve şirket saygınlığını yok etmekten başka bir sonuç yaratmaz. 


7 Nisan 2016 Perşembe

Twitter Neden Önemli

Türkiye, temel insan haklardan biri olan haber alma özgürlüğünü ( tutuklamalarla, soruşturmalarla, editoryal baskılarla) ortadan kaldırmaya çalışan antidemokratik, faşizan bir anlayış tarafından yönetiliyor. Birkaç haber kanalı, gazete dışında görsel ve yazılı medyanın tamamı  AKP'nin kontrolünde. Öyle ki, artık sansürlenen, gözden kaçırılmaya çalışılan skandallara ancak sosyal medya sayesinde ulaşabilir durumdayız. Bunun en somut örneklerinden biri Ensar Vakfın'da 45 çocuğa tecavüz edilmesini izleyen gelişmelerdir.  Eğer Twitter olmasaydı. Eğer Ensaf Vakfı olayı 3 gün süresine Twitter'ın dünya listesinde birkaç kez birinci sıraya yükselmeseydi kesinlikle ört bas edilecek, AKP meclis soruşturması açılması için diğer partilerle işbirliği yapmak zorunda kalmayacaktı. Ülke gündemini sarsan her gelişme sonrasında 41 milyon kullanıcısı bulunan sosyal medya mecralarının kapatılmasının, yavaşlatma yoluyla internet erişimin engellenmesinin ardında da bu mecranın kamuoyu oluşturma gücü yatıyor. 

Yaşadıklarımız, son zamanlarda sıkça dillendiren ''sosyal medyada yazarak hiç bir şeyi değiştiremezsiniz'' savının ne kadar sığ bir tespit olduğunu açıkça ortaya koyuyor.  Paylaşım sitelerinde yer alan içerikleri kalite düzeyi bağlamında eleştirmek yerine  herkes kendine ''Ya sosyal medya olmasaydı?'' sorusunu sormak durumunda. Diğer yanda bu mecradaki seviyesizlik; ''eğitimli'' kesimlerin sosyal medyayı en az lümpenler kadar bilinçsiz kullanmasından kaynaklanıyor. Sadece kendisine odaklı, futbol, yeme, içme, gezme, çalışma dışındaki toplumsal olgulara duyarlılığı yitirmiş; diplomasını aldığı gün kişisel gelişim uğraşlarını askıya almış, ''üniversite'' mezunu cahil bir güruh yaşıyor bu ülkede. Bu kesim, ilgi çeken organlarının yanı sıra düşünebilme yetisi bulunan bir beyine sahip olduğunu tamamen unutmuş durumda. 

En etkili sosyal medya mecralarından biri olan Twıtter'ın siyasi parti trollerince ya da aşk çiçek böcek üzerinde ahkam kesen boş zihinli insanlarca işgal edilmesinin temel nedeni yukarıdaki yaklaşımdan başka bir şey değil. Oysa, bu mecra üzerinden dünya siyasetine yön veren kurumlara, kişilere,liderlere ulaşmak mümkün. Yani, Twitter haber alma özgürlüğü kısıtlanmış kitleleri bu sarmaldan kurtarabilecek etkin bir mecra.  Ülkede, hukuksuz dayatmalar, anayasa ihlalleriyle ilgili başvurulabilecek bir kurumun kalmamış olması, siyasi partilerinin, STK'ların etkin bir muhalefet yapma yetkinliğine sahip olmamaları bu mecranın önemini daha da artırıyor.

Gerçek o ki, eğitimli rol modellerden, değişimi tetikleyicilerden (trendsetter) yoksun her toplum lünpenliğin, sıradanlığın çıkmaz sokaklarında geleceğini yitirmeye mahkumdur .

Yazıyı, bir süre önce bloğumda yayınladığım sosyal medyayla ilgili ilk makalenin son paragrafını tekrarlayarak bitirmek istiyorum.  ''Sosyal medya, yeryüzünü daha yaşanır, insanı daha mutlu kılacak alternatif düşüncelerin yaşam biçimlerinin tartışılması, siyasetçilerin, akademisyenlerin, sıradan insanların fikir alışverişinde bulunması, çalışanların iş bulması, işlerini geliştirmesi, kamuoyunun nabzının tutulması, sanatçıların eserlerini, akademisyenlerin yayınlarını paylaşması bağlamlarında müthiş bir mecra. Burası sınırsız, bayraksız, vizesiz, gümrüksüz dünyaya açılan bir kapı; her inançtan, her ideolojiden insanın kolaylıkla karşılaşabileceği bir buluşma noktası... İnsanın, siyaset,yaşam,doğa,bilim,dostluk, sevgi, aşk sanat adına dilediğince ve özgürce düşüncelerini açıklayabileceği bir vaha.  

Umarım bir gün doğruyu, mutluluğu bulmak, daha güzel bir dünya yaratmak ereğiyle kullanmayı öğrenebiliriz.''  

3 Nisan 2016 Pazar

TOPLANTI

''Her yönetim kurulu (YK) toplantısı öncesinde ruhsal dengesi allak bullak olurdu. Ona göre bu toplantılar iş sonuçları paylaşma rutininden çok kendi koltuğunu koruma savaşıydı. 
Şaban'ın ‘’Haydi’’ duyurusuyla başlardı kabus. Koca şirkette yönetim işlevlerinin neredeyse tamamı bir kenara bırakılır, direktörlerden, müdürlerden, uzmanlardan oluşan yaklaşık elli kişilik bir ekip günde 16 saat çalışarak YK toplantısı için veri, analiz üretirdi. Tek görevi vardı bu insanların; dijital teknolojilerin sunduğu her türlü olanağı kullanarak kötü iş sonuçları kabul edilebilir, iyi iş sonuçlarını görkemli kılacak bir YK sunuşu hazırlamak. Onca uzman değer kavramıyla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan sayısız ayrıntı üzerinde günlerce gecelerce çalışır, binlerce farklı veriyle yüzlerce analiz üretir, analiz girdilerini göz kamaştırıcı çıktılar elde edinceye dek sürekli değiştirir ve ortaya 300-400 sayfalık bir YK sunuşu çıkarırdı. Kabustan farksız bu sürecin ardından Şaban, her analizi  her veriyi kelime kelime cümle cümle sayfa sayfa gece yarılarına kadar süren toplantılarla günlerce irdelerdi. Bu korkunç mobbing'in ardında; özgüvensiz  bir genel yöneticinin, kendisini koltuğundan edeceğine inandığı ama var olmayan ve sonsuza dek sorulmayacak o ölümcül sorunun yanıtını bulma paranoyasından başka bir şey yoktu...'' (*)  

Şirket çalışanlarının düşündüğünün aksine ''Orta Doğu İş Anlayışı''yla yönetilen şirketlerde yönetim kurulu toplantıları; tam bir akıl dışılık ve sıradanlık düzlemidir. Kan bağıyla koltuk devşirmiş kalıtsal lider ve onun atadığı kurul üyelerinin gözetiminde sahnelenen bir kakofonidir. En dirayetli katılımcıların bile dikkati dağıtacak kadar gereksiz, sıradan olgular tartışılır bu toplantılarda. Sorumluluğu stratejik kararlar almak olan kelli felli insanlar, hatalarıyla yüzlerce milyon dolar zarara yol açmış tepe yöneticileri irdelemek yerine; çalışanların içtiği kahve sayısından üç kuruşluk yatırım kararına, ofislerdeki ampul sayısından tuvaletlerdeki sabun tüketimine varıncaya dek her türden gereksiz ayrıntıları tartışıp dururlar. Karar almak için bir araya geldiklerini bihaber danışmanlar, hissedarlar, lafazanlığın çıkmaz sokaklarında saatler boyu gezinirler. Tartışılan konuyla ilgisiz söylevler, evrensellikten uzak boş vaazlar, ayağı yere basmayan yergiler övgüler havada uçuşur. O kadar ki, lafazanlık zamanı hızla tüketir; saatler saatleri kovalar. Sonunda başkan dahil kimsenin dayanacak gücü kalmaz.  İşte zihinlerin bunaldığı katılımcılar ''Bitse de gitsek'' havasına girdiği o anda, YK başkanının aklına  yeni bir yatırım kararını ya da bir ortaklık anlaşmasını onaylamak için toplandıkları gelir. Artık, '’En kötü karar kararsızlıktan iyidir’’ saçmalığına sığınmaktan başka çare kalmamıştır. Başkan ‘’Beyler B şirketini satın alma ve Tanzanya'ya giriş planı kabul edilmiştir hepimize hayırlı olsun’’ cümlesiyle son noktayı koyar. Akıl ve bilginin yol göstericiliğinde doğruyu bulma uğraşı veren bir kaç katılımcı dışında herkes huzurludur. Bir işkence daha sona ermiş, bir görev daha tamamlanmıştır...

''Orta Doğu Tarzı Yönetim’’ anlayışını benimsemiş organizasyonlarda, ortak akıl ve sağduyuyu egemen kılma duyarsızlığı sadece YK toplantılarıyla sınırlı değildir. Şirket içi  toplantılarla YK toplantıları arasındaki tek ayrım katılımcıların karşısında patronun yerine; beden dilinden yüz mimiklerine, ses tınısından konuşma üslubuna kadar her tavrını patronundan ödünç almış bir profesyonelin bulunmasıdır. Profesyonel yönetici de tıpkı YK başkanı gibi ortaya çıkan iş sonuçlarıyla ilgili hiçbir sorumluluğu yokmuşçasına; tekrar tekrar ''Neden yapılmadı, neden sonuç alınamadı, sorumlu kim, kimi işten atmalı?’’ sorularını yöneltir durur karşısındakilere. İster sermayadar ister profesyonel olsun, her ikisi de toplantıda savunulan tezin doğruluğundan yanlışlığından çok kendi dayatmalarıyla çelişip çelişmediğine odaklıdır. Ne yazık ki; ''Orta Doğu Tarzı Yönetim Anlayışı''na sahip organizasyonlardaki toplantılar değer yaratmak bir yana katılımcıların ruh sağlığını tehdit eden bir işkence aracına dönüşmüştür. 

Oysa, kurumsallaşmış çağdaş yapılarda toplantıların temel amacı; tez, karşı tez karşıtlığıyla bir yargıya varmak, doğruyu yanlışı ortak akılla olumlamak ya da olumsuzlamak, düşünceleri farklı formlarda yeniden üreterek çoğaltmaktır. Bu düşünsel pratik fikri savunanı da fikre karşı duranı da eşzamanlı dönüştürür. Ancak, bu sürecin etkin işlemesinin önemli koşullarından biri toplantıyı yönetenin ikna etmeye hazır olduğu kadar ikna edilmeye hazır olmasıdır. Başkan her olguyu katı bir sorgulama süzgecinden geçirmeli hiçbir tutarsızlığı görmemezlikten gelmemelidir. İkinci önemli gereklilik ise toplantı başkanının bilişsel yetkinliğidir. Hepsinden öte başkan tartışılan kavramların anlamlarını  bilmek, bir planı ya da stratejiyi onaylamadan önce yol açacağı sonuçları öngörmek zorundadır Bir organizasyonun başına gelebilecek en büyük felaket; sektörle ilgili kavram, önerme ve olgulardan bihaber cahil bir YK başkanıdır.


Herkese, karşıtlıkla düşmanlık, ikna etmekle dayatma, nesnel bilgiyle algı, analizle sezgi olguları arasındaki ayrımları kavramış toplantı başkanlarının gözetiminde verimli toplantılar diliyorum...



25 Mart 2016 Cuma

Sömürge Ekonomisi

Ekonomi  bilimi üniversite öncesi eğitimde okutulmaz. Üniversitelerde ise, servet sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden bir araç olarak öğretilir. Böylece, ekonomi toplumun ortak yararını gözeten bir bilim dalı olmaktan ziyade varsılların  çıkarlarını önceleyen bir öğretiye dönüştürülür.  

Ne yazık ki, ekonomi konusundaki cehalet sadece sıradan vatandaşla sınırlı değildir. Türkiye'nin anlı şanlı sermayedarları, şirket, sendika ve işveren örgütleri özelikle de siyasetçileri ekonomi konusunda en az sıradan insanlar kadar bilgisizdir. Bu cahiller güruhu dillerine pelesenk ettikleri ''Türk ekonomisi serbest piyasa koşullarında işleyen liberal bir ekonomidir'' türü söylemlerle kafaları karıştırır, doğruyla yanlışı göreceleştirir. 

Öyle ki,  gerçekte Serbest Piyasa Ekonomisi, ekonomik faaliyetlerin tam rekabet şartları içinde serbestçe işlediği, sorunların müdahalelerle değil arz talep yasaları doğrultusunda çözüldüğü bir yapıdır.  Liberalizm ise, tekelciliğin ve her türlü kayırmacılığın karşısında olan bir ekonomik öğretidir. Temel ilkeleri; özgürlük, rekabet ve yetkileri sınırlandırılmış devlet müdahaleciliğidir. Liberalizm, ekonomik ve siyasi özgürlükleri savunur. Üretici unsurların, özelikle de bireylerin çok seçenekli bir ortamda kendilerini serbestçe gelişmesini, fırsat ve girişim eşitliğini, kurumsal özerkliği temel alır. Dolayısıyla, devlet ve patron despotizminin, kayırmacılığın olduğu, etkin tüketici derneklerinden, sendikalardan yoksun bir yapıda ne serbest piyasadan ne de liberal ekonomiden söz edilebilir.  

Yıllardır ikiyüzlü, riyakar medya tarafından uçtu, büyüdü, gelişiyor söylemleriyle allanıp pullanan Türk Ekonomisi,  1987 yılında dünyanın 15'inci büyük ekonomisiyken bugün 21'inci sırada, kişi başı milli gelirde  73'üncü sırada, bireylerin üretim sürecinde kullanabilecekleri  toplam beceri ve yetenekleri ölçen Beşeri Sermaye Endeksi  sıralamasında 124 ülke arasında 68.sırada, ulusal para birimlerini ortak para birimine dönüştüren satın alma gücü paritesinde (PPP)  48'incisırada,  ekonominin istihdam yaratma kapasitesini gösteren nüfusun işgücüne katılımın oranında  69. sırada, yabancı rekabete dayanabilecek mal ve hizmet üretebilme yeteneğini gösteren rekabet endeksi sıralamasında 61'inci sırada yer almaktadır. Tüm bu veriler arasında en vahimi ise Brand Finance tarafından her yıl yapılan  dünyanın en değerli 500 markası sıralamasında  tek Türk markasının bulunmamasıdır.  

Liberal serbest pazar ekonomisi diye pazarlanan bu yapı, ancak, sanayi  feodalizminden kapitalizme geçme sancıları çeken, göbeğinden dışa bağımlı, bir sömürge ekonomisi olarak betimlenebilir.  Küresel marka, istihdam, refah, teknoloji, yenilik yaratamayan, %28'i kayıt dışı olan, varını yoğunu betona gömen bu ucube ekonomik yapı ivedilikle sil baştan yeniden inşa edilmelidir.  



http://brandfinance.com/images/upload/brand_finance_global_500_2015.pdf