26 Mart 2017 Pazar

Eğriyle Doğru

Sokrates, Aristotales’in oğlu Glaukon ve öğrencileri yaşlı Kephalos’un evinde doğruluk ve eğrilik üzerinde tartışmaktadır. Glaukon,  konuşmasına yasanın neden çıktığını anlatarak başlar ve eğriyle doğru arasındaki farkları vurgulayarak devam eder:   ''Sen ne saf adamsın koca Sokrates. Şunu anlamalısın ki, doğru adam her işte doğru olmayan adam karşısında kaybeder. Bir doğruyla bir eğri ortak olsa, bu ortaklığın sonunda zararda olan hep doğrudur. Doğru adam çok, eğri adam az vergi verir. Almaya gelince iş tersinedir, doğru adam az eğri adam çok alır. Bir eğri ile doğru yönetimin başına geçtiler mi, doğru kendini işe adayacağı için evine bile bakamaz duruma gelir. Doğruluğu onun devlet malından faydalanmasına engeldir. Üstelikte de, doğruluğu nedeniyle akrabalarını kayırmak istemeyeceği için akrabalarının nefretini kazanır. 

Kötüyü öğrenmenin en kısa yolu, eğriliğin son noktasına kadar gitmektir. Öyle bir eğrilik düşün ki, onu yapanı mutluluğa ulaştırıyor, yapmayanı sefil, perişan ediyor. İşte böyle sonuca varan bir eğrilik, zorbalık dediğimiz düzenin ta kendisi olur. Zorba başkalarının mallarına azar azar değil toptan el koyar. El koyduğu malların kime ait olduğuyla ilgilenmez. Oysa ki, onun yaptığını yapmaya kalkan sıradan hırsız ceza görür, ayıplanır. Ama insanların malına el sürmekle kalmayıp onları köleliğe sürükleyen eğrilere bu sıfatlar yakıştırılmaz, eğriliği sonuna kadar vardıran adama herkes hedeflerine ulaşmış başarılı, mutlu bir adam der.’’ 

Platon'un aktardığı bu diyaloğun üzerinden 2500 yıl geçti. Yüz binlerce insan doğruyu eğri karşısında savunma uğruna, işkence gördü, canlı canlı yakıldı, açlığa mahkum edildi hapishanelerde darağaçlarında can verdi. O çağlardan çağımıza dünya, özellikle de son yüz yılda akıl almaz bir hızla değişti dönüştü... 2017 yılında düşünce tarihine ait bu tür metinleri okurken hep aynı sorular aklıma takılıyor: 
Ekonomik, sosyal, kültürel gelişmelere rağmen aynı toplumsal sorunlar nasıl ve neden nesilden nesile çözülmeden aktarılıyor? 
İnsanlar gerçekten gelişiyor mu? 
Aradan binlerce yıl geçmesine karşılık neden iyiyle kötü arasındaki o kalın çizginin nereden geçtiği üzerinde bir uzlaşı sağlanamıyor? 
Neyin kötü neyin iyi, neyin etik neyin etik dışı olduğu neden hala kişiden kişiye değişiyor?

Temel amacı gerçeği bükmek olan davranış bilimcilerin bu sorulara vereceği yanıtları tahmin etmek güç değil.  Bir psikologlar, sosyologlar, antropologlar güruhunun, insani içgüdülerden başlayan, insanın özünden kaynaklanan zaafları ve genetik özellikleriyle devam eden, doğal seçilime (Sosyal Darwinizm) kadar  uzanan yüzlerce tezi ardı ardına sıralayacakları hepimizin malumu. Bu koşullar altında insanların  büyük çoğunluğunun, kötülüğün doğuştan gelen bir davranış biçimi olduğu kuramında ortaklaşacaklarına  kesin gözüyle bakabiliriz.  Oysa, insan içgüdüleriyle hareket eden hayvanlardan çok farklı bir varlıktır ve bu savların bilimsel bağlamda hiçbir geçerliliği yoktur. Hatta bir çok araştırma ve kuram kötülüğün doğuştan geldiği savlayan tezlerin tam tersi sonuçlar ortaya koymuştur.  

Kötüyle iyinin  ne olduğunu  kendi fikirleriyle, ahlak anlayışlarıyla bize dayatanların insana dair gerçeği eğip bükmek dışında bir seçeneği yok. Çünkü kötünün doğru üzerindeki egemenliğini başka türlü akla uydurmaları, kötülüğü sürdürebilir kılmaları olanaksız. Çünkü hak ettiklerinden çok fazlasına el koyduklarının, milyarlarca insanın yaşamını cehenneme çevirdiklerinin ayırdındalar.  İşte bu yüzden tüm iletişim, eğitim araçlarını seferber ederek kötünün iyi üzerindeki tahakkümünü biyolojik, dini, ahlaki, genetik, gerekçelere dayandırıyorlar. İnsanın planlama, öngörme, yaratma, sentez yapma yetkinliğine sahip, düşünen bir varlık olduğu gerçeğini görmemezlikten geliyorlar.


Artan refah, gelişen uygarlık insanlar arası eşitliği sağlamak yerine eşitsizliği derinleştirmekten, yoksulu varsıla daha bağımlı kılmaktan başka bir işe yaramadı.  Eğriyi yaratan da yaşatan da içine doğulan kültürden başka bir şey değil. Kötülük, gelenek görenek denerek dayatılan safsatalarla, mitlerle, masallarla yaşatılıyor. Cinsiyet, din, etnik kimlik, dil, yaş eşitliğini onaylayan her türden ayrımcılığı reddeden uluslararası sözleşmelere rağmen, insanların mali  ve yaşam koşulları bağlamında eşitliğini hala kabul edilmiyor. Oysa kimsenin kimseden daha iyi yaşama hakkı bulunmadığını, yönetenle yönetilenin eşit olduğunu ve herkesin yaratılan değerden eşit pay alma hakkını kabul etmeden eğri ile doğrunun üzerinde evrensen bir uzlaşı sağlamak mümkün değildir. 

Bir gün insanlık, gerçeği, bilinçli yalanlardan soyutlamayı mutlaka başaracak, neyin eğri neyin doğru olduğu üzerinde uzlaşacak. Güneş sisteminin yok olmasına daha 5 milyar yıl var.  Ha gayret! 






18 Mart 2017 Cumartesi

Ya Ruh Hastasıysa?

Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adlı 2 ciltlik eserinde Hitler'in kapsamlı ruh çözümlemesini yaptıktan sonra bu analizin gerekçelerini şöyle açıklar.

''Hitlerin karakteriyle ilgili olarak yaptığım çözümlememin amaçlarından biri; insanların olası Hitler'leri geçek yüzlerini göstermeden önce tanımalarına engel olan yanılgıları ortaya koymaktı. Bu yanılgı, yıkıcı insanın şeytan gibi davranması, hiçbir olumlu niteliklere sahip olmaması, uzaktan bakılınca bile yıkıcılıklarının anlaşılacağı inancından kaynaklanır. Oysa ruhsal çözümlemeler yıkıcı kişilerin genellikle nazik, gönül alıcı, ailesini, çocukları, havanları seven birer kişi kisvesine büründüğünü açıkça ortaya koyar. Onlar genellikle vatanseverlikten, iyilikten söz eden kişilerdir. Gerçekten de, doğuştan ''ahlaksal alıklar'' dışında iyi niyet ve incelikten kesinkes yoksun bir insan yoktur. Bu nedenlerle kötü insanların kolayca tanınabileceğine dayalı varsayım büyük bir risk yaratmaktadır çünkü kötü insanlar yıkıcılıklarını dışa vurmadan tanınamazlar. Yıkıcı kişilikli insanlar tehlikeli olacak kadar kalabalıktırlar. Elbette her yıkıcı Hitler olamaz. Ama unutulmamalıdır ki, Hitler bir dahi değildi, sahip olduğu yetkinlik eşsiz bir nitelik taşımıyordu. Eşsiz olan onun yükselmesine ortam oluşturan toplumsal siyasal koşullardı; tarihsel anları gelip çatarsa ortaya çıkma potansiyeli taşıyan yüzlerce Hitler aramızda yaşamaktadır.''

İnsanlık tarihi, zor kullanarak ya da seçimle gücü ele geçiren bozuk kişilikli siyasetçilerin yol açtığı felaketlerle doludur. Bu nedenle demokrasilerde bir erkin diğerine üstünlük kurmasını engelleyen denge denetleme sistemleri; ülkeleri yıkıcı kişilik özeliklerine sahip siyasetçilerin yol açacağı felaketlerden korumak açısından yaşamsal bir öneme sahiptir.   

Ne var ki,  demokrasinin kurumsallaşmadığı ülkeler, gücün anayasa ya da yasalarla sınırlandırılması durumunda bile gücün kötüye kullanılmasını engelleyememektedir.  Bugün az gelişmiş veya Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler olası yeni Hitler'lerin yol açacağı zulme karşı anayasal ve yasal  koruma mekanizmalarından yoksundur.  Demokrasinin tüm kurumlarıyla, kalıcı bır şekilde inşa edildiği günlerin biran önce ulaşma dileğiyle....