2002 yılında
Türkiye tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birinden yeni çıkmıştı. İktidardaki
koalisyon hükümeti IMF dayatmasıyla da olsa başta Merkez Bankası ve diğer
ekonomiyle ilgili karar alıcı konumdaki kurumları özerkleştirmiş, sorunun
ortaya çıkışında belirleyici bir rol
oynayan finans sistemini yeniden yapılandırmış, aldığı tasarruf önlemleriyle
devletin kaynak israfının önemli oranda
önüne geçmişti.
Aynı dönemde
dünya ekonomisi yüzyılda bir görülen türden bir bolluk döneminin keyfini
sürüyordu. Çeşitli finansal manipülasyonlarla yaratılmış ekonomik karşılığı
olmayan trilyonlarca dolar (kaydi para) kontrolden
çıkmış bir sel gibi gelişmekte olan
ülkelere akıyordu. Çokuluslu sermaye
satın alabileceği, borç para verebileceği şirketler, hükümetler arıyor, ''küreselleşme''
kelimesini dillerinden düşürmeyen fon
yöneticileri; Türkiye, Çin, Hindistan, Malezya, Brezilya, Meksika gibi
gelişmekte olan ülkelerde yatıp kalkıyordu. Çokuluslu sermaye önce akıldışı
büyüme histerisinin etkisiyle ardından da
bu histerinin yol açtığı 2008 küresel finans
krizini aşmak amacıyla yeryüzünü
paraya boğuyordu. Para o kadar bol ve sınırsızdı ki, 2008 krizinde iflas eden
Lehman Brothers büyüme histerisini İstanbul'da
bir restoran zincirini satın alacak düzeye vardırabilmişti.
AKP, ülke
tarihinde benzeri görülmemiş büyüklükteki finansal kaynaklara çok düşük
maliyetlerle erişimin mümkün olduğu,
kaynakları yetersiz ekonomiler için olağanüstü fırsatlar sunan böyle bir dönemde iktidara gelmişti. Küresel likidite bolluğu, Merkez Bankası’nın politika
faizini % 4,5’a kadar düşürmesine ve
AKP’li yıllar süresince verilen (1 trilyon Amerikan Doları) dış ticaret açığının
finanse edilmesine olanak sağlamıştı. AKP, özelleştirmelerden, insafsızca
artırılan dolaylı vergilerden, dış borçlanmadan sağlanan ve hiçbir Cumhuriyet hükümetine
nasip olmamış düzeyde bir kaynak bolluğu içinde bulmuştu kendini. Kısacası, iç
ve dış etmenler katma değer yaratamayan, köhne Türk Ekonomisini sil baştan yapılandırmak için çok uygundu. En
önemlisi, dönüşüm için gerekli olan yapısal değişiklikler tartışmaya yer bırakmayacak
açıklıkta ortadaydı. Gereken tek şey doğru kararları alacak, uygulayacak siyasi iradeydi: Türkiye ekonomisi acilen teknoloji ithal eden dışa bağımlı bir
ekonomiden teknoloji üreten, küresel marka yaratan bir ekonomiye
dönüştürülmeliydi. On dokuzuncu yüzyıl artığı köhne iş alanları ve montaj
sanayileri ivedilikle terk edilmeli, yurtiçinden, yurtdışından sağlanan fonlar yeni nesil endüstrilere (bilişim,
iletişim, enerji, siber-fiziksel sistemler, ulaştırma vb.) yönlendirilmeliydi. Uzun yıllar ihmal
edilen, kaynak israf eden tarım sektörü yeni üretim, dağıtım ve
planlama teknolojileri temelinde (genetik mühendisliği, tohum patentleme vb.) yeniden
yapılandırılmalıydı. Ve en önemlisi, kurulacak olan yeni ekonominin gereksinim
duyacağı; düşünen, araştıran, sorgulayan, tasarlayan bir işgücü yetiştirmek
amacıyla eğitim sistemi sil baştan inşa
edilmeli, araştırma
geliştirme kurumları, üniversiteler, devlet planlama teşkilatı desteklenmeliydi.
Ne var ki,
belediyecilik ve popülizm dışında herhangi bir yönetsel birikimi ve yetkinliği
bulunmayan AKP iktidarda kaldığı süre boyunca gereklerin tam tersini
yaptı. Seksen yılda büyük özverilere katlanılarak yaratılan iki yüz yirmiden
fazla kamu kuruluşunu katma değer yaratan kurumlara dönüştürmek yerine haraç
mezat sattı. Özelleştirmelerden elde
edilen 60 milyar dolar; yol, köprü,
tünel, duble yol gibi altyapı yatırımlarında ve bütçe açığının finansmanında
kullandı. Özel sektör iç tüketimi artırmak amacıyla, olası
riskler gözetilmeden, borçlanmaya teşvik edildi. Yaratılan fonlar tarım sektörünü,
dışa bağımlı imalat sanayini yeniden yapılandırmak, teknoloji geliştirmek,
küresel markalar yaratmak yerine; ya
döviz kazandırma kapasitesi bulunmayan hizmet sektöründe (inşaat, ulaştırma vb.)
ya da ev, araba ve cep telefonu satışlarını desteklemek amacıyla düşük faizli
kredi olarak kullandırılarak çarçur edildi. Eğitim sistemindeki sorunlar imam
hatip lisesi kakofonisiyle halı altına süpürüldü ve unutturuldu. Eğitim
kalitesi doksanlı yıllardaki düzeyinin bile altına düşürüldü.
Türk öğrencileri fizik, matematik ve okuduğunu anlama becerilerini uluslararası
düzeyde ölçen sınavlarda nal toplar bir konuma getirildi.
Ve bu
başarısızlıklar halk adına kamu denetçisi konumunda bulunması gereken sözde medya tarafından ''Türkiye'nin Ekonomik Mucizesi''
olarak kamuoyuna pazarlandı. Halkın
haber alma hakkını hiçe sayan bağımlı medya, alternatif bir gerçeklilik algısı yaratarak, ülke
gündemini tarihi, dini etnik savsatalarla, Ortaçağ artığı tartışmalarla karartarak ekonomiyi halkın dikkatinden
uzaklaştırdı. Medyanın ekonomik başarı
öyküsü olarak pazarladığı 2002-2013 yılları arasındaki dönem aslında dünya
ekonomi tarihine geçecek çarpıcılıktaki başarısızlık örneğinden başka bir şey
değildi. Öyle ki, Türkiye’nin, 92 yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 4.8'di. İkinci Dünya
Savaşı yılları hariç tutulduğunda
ortalama büyüme oranı yüzde 5.6'ya yükseliyordu. Oysa ülke AKP'li yıllarda
sadece ortalama yüzde 4.9 büyümüştü. Türkiye'nin
2. lale devri olarak adlandırabileceğimiz bu sahte baharı; Mayıs 2013'de Amerika Merkez Bankası'nın (FED) parasal
genişlemeye son verileceğini açıklamasına kadar devam edecekti.
AKP'nin tek başına iktidarda kaldığı on altı yıllık dönem; bırakın rekabetçi, kendi ayakları
üzerinde durabilen bir ekonomik yapı inşa etmeyi, Batı Almanya'nın 2. dünya
savaşından sonra başardığı gibi sil baştan yeni bir ekonomi yaratabilirdi. Bugün ''dış güç'' masallarıyla, ''kriz var
yok'' lafazanlıklarıyla, IMF, McKinsey tartışmalarıyla
unutturulmak istenen yukarıda vurgulanan
gerçeklerden başka bir şey değil. Liyakatsizliğiyle yarattığı ekonomik
krizi süpermarketlerde zabıtaya fiyat
denetimi yaptırarak çözebileceğini, enflasyonu TÜİK yöneticilerini görevden
alarak, faiz indirerek düşürebileceğini sanan bu anlayış demokratik yollarla iktidardan
uzaklaştırılmadığı sürece Türk Ekonomisi ayağa kalkamaz. Gelişmekte olan
ülkelerin üzerine gökten para yağarken zorunlu olan ekonomik dönüşümü
gerçekleştiremeyen anlayıştan, kaynak bulmanın zorlaştığı, borçlanma maliyetinin
yükseldiği bu dönemde bir başarı öyküsü yazmasını beklemek bir gergedanın uçmasını beklemekten
farksızdır.
Gerçek şu
ki, hiçbir dış müdahale, hiçbir ''dış mihrak'' küresel markalara sahip, cari
işlemler fazlası veren, teknoloji ve katma değer yaratan yani kendi ayakları
üzerinde durabilen, bir ekonomiyi sarsamaz. Gerekli yapısal dönüşümler gerçekleştirilmeden, yani üreten, yaratan bir
ekonomi inşa edilmeden Türkiye'nin içine girdiği ekonomik bunalımı aşması olası
değildir.