17 Kasım 2017 Cuma

Özgürlük Korkusu

Erich Fromm Özgün adı ''The Fear of Freedom'' olan ve Türkçeye  Özgürlükten Kaçış ya da Özgürlük korkusu(*) olarak çevrilen kitabı ikinci dünya savaşının yeryüzünü cehenneme dönüştürdüğü bir dönemde 1941 yılında yazdı. Kitabın basılmasının üzerinden onlarca yıl geçti ve biz hala ''Neden insanlaşamıyoruz ?'' sorusunun yanıtını arıyoruz.
Düşünsel ve siyasi gelişme uzun soluklu bayrak yarışından farksızdır. Dolayısıyla ardımızdan koşmuş yarışmacıların uzattığı bayrağı yani geçmişin edinimlerini veri almadan ortaya koyacağımız her yaklaşım hüsranla sonuçlanmaya yazgılı. Temel sorunumuz düşünürlerce biliminsanlarınca, akademisyenlerce  daha iyi bir yaşam için ortaya konmuş düşüncelerden, teorilerden habersiz oluşumuz. Bu cehalet, belli hedefler adına araçsallaştırılmış siyasi, sosyal, psikolojik söylemleri kolaylıkla benimsememize yol açıyor. Bu bakış açısıyla Erich Fromm'un Özgürlük Korkusu kitabından seçtiğim bazı bölümleri paylaşmak istedim.

''Robot gibi uyum gösteren her birey biyolojik olarak canlıdır ama duygusal ve zihinsel olarak ölüdür. Günümüz insanı bir doyum ve iyimserlik maskesi altındaki son derece mutsuzdur. Hatta umutsuzluğun eşiğindedir. Umarsızca bireysellik kavramına yapışır 'farklı' olmak ister ama bir şeyin 'farklı' olması dışındaki çekiciliğini göremez. Bir robot olduğundan yaşamı kendiliğinden ve içten gelen bir etkinlik olarak yaşayamadığı için her heyecanı farklılık olgusunun içine koyar.  

Çağdaş insanın gereksinimleri, istekleri çoktur ve sorununu ne istediğini bildiği halde elde edememesi olarak algılar. Bütün enerjisini istediklerini elde etmek için harcayan insanların çoğu bu çabanın nedeninin hiç sorgulamazlar: Gerçek isteklerini bildiklerine inanırlar. Peşinden koştukları hedefin gerçekten kendi gerçek istekleri olup olmadığı üzerinde düşünmezler. Okuldayken iyi not almak isterler, yetişkinken başarılı olmak, daha fazla para kazanmak, daha fazla saygınlığa kavuşmak isterler. Oysa bütün bu çılgınca etkinliklerin arasında durup düşünseler akıllarına şu soru gelebilir: ''Bu yeni işe girebilsem, bu daha iyi arabayı, daha lüks daireyi alabilsem, bu geziye çıkabilsem -peki ne olacak? Bütün bunların yararı ne? Gerçekten bütün bunları isteyen ben miyim? Beni mutlu etmesi gereken ve elde ettiğim anda benim dışıma çıkan bir amaç peşinde mi koşuyorum? Bu sorular çok ürkütücüdür çünkü insanın bütün etkinliğinin dayandığı temeli sorgular, ne istediği konusundaki bilgisini sorgular. Bu nedenle insanlar bu rahatsız edici düşüncelerden olabildiğince uzak kalma eğilimindedir. Bu soruların akıllarına yorgun ya da sinirli oldukları için geldiğine inanırlar ve kendi istekleri olduğuna sorgulamadan inandıkları amaçların peşinde koşmaya devam ederler. Bu gerçek, çağdaş insanın, ne istediğini bildiği yanılgısı içinde yaşadığı ama gerçekte yalnızca istemesi gerektiğini istediğidir. Bunu kabul etmek için önce şunu anlamamız gerekir ki, kişinin gerçekten ne istediğini bilmesi o kadar kolay değildir, tersine insanın çözmek zorunda olduğu en güç sorunlardan biridir. İşte tam da bu nedenle bu sorumluktan telaş içinde kaçarak hazır bazı amaçları kendi amaçlarımız gibi benimseriz. 

Çağdaş insan ''kendi'' amaçları gibi görünen amaçlar peşinde koşarken büyük tehlikelere atılmaya hazırdır; ama kendi amaçlarını bulma tehlikesinden ve sorumluluğundan müthiş korkar. Oysa, günümüz insanı ne istediğini, hissettiğini, düşündüğünü keşfetme ve kendi özgür iradesine uygun davranma yetkinliğine sahiptir. Ancak bunları görmemezlikten gelir. Adı olmayan otoritelere boyun eğer ve kendine ait olmayan bir benliği benimser. Bunu yaptıkça güçsüzlüğü artar ve daha çok uyum göstermek zorunda kalır. Bir iyimserlik ve inisiyatif maskesi altında, çağdaş insanın hissettiği derin güçsüzlük yaklaşan felaketler karşısında felce uğramasına neden olur. Eğer yaşam  yaşanamadığı için anlamını yitiriyorsa, insan çaresiz kalır. İnsanlar fiziksel açlıktan sessizce ölmezler; ruhsal açlıktan da sessizce ölmezler. ''Normal'' insan açısından sadece ekonomik gereksinimlere bakacak olursak, ortalama robot insanın acılarını yadsırsak kültürümüzü insan temelinde tehdit eden tehlikeyi göremeyiz. Bu tehlike, heyecan vaat eden, bireyin yaşamına anlam ve düzen katacağını iddia eden herhangi bir yapıyı, bir yaşam şeklini, bir düzeni, bir lideri kabul etmeye hazır olmaktır. İnsan biçimindeki robotların umutsuzluğu faşizmin politik amaçları için son derece uygun bir ortamdır... ''

Şok edici, kırıcı hatta yıkıcı olsa da  gözlemlerimizi saptamalarımızı,tecrübelerimizi  içtenlikle paylaşmadıkça bırakın ''ideal'' olana ulaşmayı vasatı bile yakalayamayacağımızı artık anlamalıyız.
Bir gün gerçek insanlar olarak insanca bir dünyada yaşamak dileğiyle. 

(*) Özgürlük Korkusu, Erich Fromm, :Çeviren Selma Kocak, Doruk Yayımcılık, 2011

2 Kasım 2017 Perşembe

Atinalı Timon

Maddi ya da duygusal istismar olgularında kullanan mı yoksa kullandıran mı hatalıdır? Sömürdüğünü duyumsatmayacak düzeyde profesyonel oynayanları, kullanıldığını anlayamayacak düzeyde saf insanları soyutlarsak; bence, istismara dayalı ilişkiler gönüllü karşılıklılığa dayanır. Bu tür ilişkilerde her iki taraf da çıkar sağlar; ayrım sadece elde edilenin niteliğindedir. Kullandıran taraf, benlik yoksunluğunun, kendinle kalamamanın, övgü alma gereksiniminin karşılığını verirken; kullanan taraf gösterdiği sahte yakınlığın, yapmacık sevginin ve dostluğun karşılığını alır. Sömürüye dayalı ilişkiler kullanılanın maddi gücü sona erinceye veya kullanan kendisi için daha fazlasını ödemeye razı birini buluncaya dek devam eder. İlişki sonlandığında maddi ve duygusal yıkıma uğrayan genellikle istismar edilen taraftır.

Bu sorgulamanın nedeni, arkadaşımın anlattığı bir istismar öyküsünden başka bir şey değil.  Her dinlenen öykü, her tanıklık kaçınılmaz şekilde bilincimizde bir takım çağrışımlara yol açıyor. Bu düşünsel pratik bana, William Shakespeare'in az bilinen ancak en sevdiğim tragedyalarından birini; Atinalı Timon'u anımsattı. 

Timon uçsuz bucaksız arazilere sahip, insan sevgisiyle dolu, varlığını herkesle paylaşan zengin bir Atinalıdır. Timon, zengin babası öldükten sonra cebi para gören ve kendisine olan  borcunu ödemek için gelen arkadaşı Ventiddius'a; ''Yoo olmadı dürüst dostum Ventiddius; / Sevgimi yanlış yorumlamışsınız, / Ben sevdiğimi karşılık beklemeden severim, / Verdiğinin karşılığını alan gerçekten vermiş sayılmaz... '' diyecek kadar zengin gönüllüdür.  

Onun, eli öylesine açık, gönlü öylesine zengindir ki, her akşam konağında kurulan sofralarda bir araya gelen seçkin Atinalılar altın tanrısı Plutus'un ancak Timon'un kahyası olabileceğini söyler. Timon, dostlarına sadece ziyafet vermekle yetinmez, değerli hediyelere ödüllendirir onları. Ne var ki, her görkemli yaşamı bir hazin bir son bekler.  Para işlerini takip eden kahyasının uyarılarına kulak asmayan Timon'un serveti yavaş yavaş tükenmeye başlar. Kahya Flavius'un durum karşısında kendi kendine söylenmek dışından elinden bir şey gelmez;''Verdiği sözler varlığının o kadar üzerinde ki, / Ne söylese borca gidiyor artık, / Her sözüyle biraz daha artırıyor borçlarını, / O kadar iyi bir adam ki bu, / İyiliğinin faizini ödüyor şimdi de,''  

Sonunda serveti tamamen tükenen Timon çareyi yıllardır ihya ettiği dostlarından borç istemekte bulur. Ancak çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Yıllarca asıl servetinin dostları olduğunu söyleyen adam dehşetli bir hayal kırıklığına uğrar. Artık kahyası Flavius bile kendi kedine söylenmek yerine efendisinin yüzüne haykırmaktadır düşüncelerini; Olacak şey mi efendimin cömertliği? / Neler gitti, aşağılık hödüklerin midesine! / Kimler yaltaklanmıyor Timon efendimize! / Hangi yürek, hangi kılıç, hangi güç, hangi servet / Feda etmiyor kendini Timon efendimize / Ah, bir bitti mi bu övgüleri satın alan paralar/ Tükenir o övgülere can atan soluklar da...

Acı gerçekle yüzleşmiştir Timon.  Atina'dan nefret etmektedir. Ama kızgınlığını ve üzüntüsünü gizler.Yeniden para bulduğu, eski görkemine kavuştuğu söylentisi yayar. Amacı bir ziyafet düzenleyerek dostlarına bir ders vermektir. Konakta masalar tekrar kurulmuştur. Borç isteyerek sınandıklarını aslında Timon'un servetinin tükenmediğini düşünen Atinalılar bir kez daha konağı doldurmuştur. Konuklar sofraya davet edilirler herkes eski günlerin mutluluğu içindedir. Konaktaki  mükemmel ziyafetlere alışmış olan misafirler tabakların kapaklarını açınca büyük bir şok yaşarlar. Tabaklarda sadece sıcak su vardır ve Atinalı Timon'un sesi salonda yankılanmaktadır;  

Açın tabaklarınızı, köpekler, açın da yalayın! / Dilerim göreceğiniz en son ziyafet olsun bu! / Sizi gidi sözde dostlar sizi! / Duman ve ılık su; tam sizin şanınıza layık işte, / Timon'un son yemeği budur size, / Yıkayıp temizliyor işte kendini Timon / Üstüne pul pul yapışmış dalkavukluğunuzdan; / Savuruyor işte böyle suratınıza (Suyu suratlarına atar) / Vıcık vıcık alçaklığınızı, / Herkesin lanetleriyle yaşayın, uzun uzun hem de; / Sizi sırıtkan yapışkan, iğrenç sömürgenler sizi! / İnsanın yüzüne bakıp kuyusunu kazanlar, / Dost yüzlü kurtlar, tatlı dilli ayılar sizi! / Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri! / Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar,kalleş kuklalar...

Yaşananlar, ''kıyakçılığın sonu ayakçılıktır'' özdeyişini adeta kanıtlar niteliktedir. Timon'un düştüğü kötü durumun nedeni çevresindekilerden çok kendisidir. Sevilmek, takdir edilmek istemiştir. Ancak kimse ona ne sevgi ne de dostluk vermiştir. Çünkü çevresindekilerin ona dalkavukluktan başka verebilecekleri bir şey yoktur. Beş kuruşsuz Timon konaktan ayrılır. Kent surları dışındaki bir ormanda bir mağaraya yerleşir. Artık tüm Atinalılardan nefret eden bir münzevi, amansız bir insan düşmanı, bir kinik ve bir nihilisttir. İnsanlara karşı duyduğu nefret öylesine sonsuzdur ki, onların acı çekmesinden başka bir şey istememektedir. Ormanda, bitkilerle ağaç kökleriyle beslenir, korkunç bir sefalet içinde yaşar. Ne var ki yaşam henüz son sözünü söylememiştir. Bir gün mağarasında yiyecek kök aramak için toprağı kazan Timon  eski servetini kat ve kat aşan bir hazine bulur. Ancak Timon zenginlikten ve çıkar düşkünü asalaklardan o kadar nefret etmektedir ki, bulduğu hazine için sevinmek yerine haykırmaya başlar;  

Aman bu ne? Altın? Sarı pırıl pırıl , halis altın! / Yoo, tanrılar, içim başka dileğim başka değil benim. / Ben kök istedim sizden, cömert tanrılar, kök! / Altının bu kadarı karayı ak, çirkini güzel, / Yanlışı doğru, soysuzu soylu, yaşlıyı genç, / Korkağı yiğit etmeye yeter de artar bile. / Niçin yaptınız bunu tanrılar? Nedir zorunuz? / Bilmez olur musunuz ki, bununla / Rahipleriniz kullarınız elinizden alınabilir; / Sapasağlam insanlar ölüm döşeğine serilebilir. / Bu sarı köle dinleri yıkar da yapar da; / Cehennemliği cennetlik eder; / İğrenç cüzamlıları sevdirir insana; / Hırsızları baş köşelere oturtup / Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar...Tragedya bu sahneyle yeni bir boyut kazanarak, nefes kesen diyaloglarla sona doğru ilerler... 

Evet. Cömertlik önemli insani değerlerden biridir. Ancak insan sınır tanımaz tüketiciliğiyle ''yeter'' diye bir şey bilmez. Doyurulamaz bir açgözlülükle saldırır her şeye. Ne üzücüdür ki, yeryüzünün tek ''düşünen'' canlısı olduğu iddia edilen bu varlık vicdanın sesine kulak vermek yerine ihtirasın sınır tanımaz isteklerine boyun eğer. Sayısız kez duvara çarpmasına rağmen arzularının peşi sıra savrulmaya devam eder... Aslında,  tarih öncesi çağlardan günümüze kadar süren bu iflah olmaz yaşam algısı insanın doğuştan gelen özeliklerinden çok bilinçli yaratılmış donanımsızlığından kaynaklanır.  

Siz siz olun; ruhunuzu ve cüzdanınızı dost yüzlü  istismarcılardan koruyun.

Yararlanılan kaynak: Atinalı Timon, William Shakespeare, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları