17 Aralık 2017 Pazar

Zenginin Parası Yoksulun Çenesi

Bireysel zenginliğin genelin yararına olduğu, zenginin daha zenginleşme mücadelesinin aynı zamanda toplumun da refahını artıracağı tezi Adam Smith'den bu yana kapitalizmin temel dayanağıdır. Peki, kapitalist ekonomistlerin iddia edildiği gibi bir avuç insanın zenginleşmesi gerçekten toplumsal refahı artırıyor mu? 

Oxford Üniversitesi bünyesinde, yoksulluk üzerine çalışmalar yapan sivil toplum örgütü Oxfam'in tespitleri liberal kuramın tam tersini kanıtlar nitelikte. Oxfam, dünyanın yüzde 1'lik nüfusuna denk düşen 70 milyon kişinin dünyanın geri kalan yüzde 99'undan (Yaklaşık 7.1 milyar insandan) daha fazla servete sahip olduğunu söylüyor. Kurumun yayınladığı rapora göre en zengin 8 kişinin serveti 426 milyar Dolar'a ulaşırken, en yoksul 3.5 milyar kişinin sahip olduğu varlıkların toplamı sadece 409 milyar Dolar.



Ekonomik büyümeyle kişisel servetler arasındaki ilişkiyi analiz eden, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital kitabının yazarı Thomas Piketty 'nin bulguları çok daha çarpıcı. Piketty'in araştırması  analiz edilen 140 yıllık dönemde (1870-2010 ) büyük servetlerin ortalama servetlere ve dünya ekonomisine oranla 3-4 kat daha hızlı arttığını ortaya koyuyor. Yüz yılardır süren  bu durum, sermaye sahiplerinin çocuklarına miras kalan servetin, her zaman kol ve beyin emeğiyle kazanılan servetten daha fazla olmasına yol açıyor.


Türkiye'yedeki  duruma baktığımızda, adaletsizlik, Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç,a ''. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir' dedirtecek kadar trajik. Öyle ki,  Credit Suisse'nin raporuna göre Türkiye'nin en zengin yüzde 1'lik kesiminin toplam servetten aldığı pay 2010-2014 arasında yüzde 42.52 oranında artı. Türkiye'nin dolar milyarderleri bu artış oranıyla, toplam servetten aldıkları payı artırma hızında dünya  2'ncisi konumundalar.  Ülkenin en zengin yüzde birlik kesimi, 2000 yılında toplam servetin yüzde 38'ine sahipken bugün, bu kesim, ülke servetinin yüzde 55'ine sahip.


Sezgi ve akıl yürütmenin ötesine uzanan rakamsal, istatistiki analizlere dayanan bu çarpıcı bulgular, liberal ekonomistlerce ileri sürülen; bireysel çıkar peşinde koşmanın genelin yararı için en iyi aracı sağladığı tezinin bir safsata olduğunu tartışmaya yer vermeyecek şekilde kanıtlıyor. Gerçekten de son yüz elli yıllık dönemde kapitalizm, neo-liberal politikaların da etkisiyle, toplumların refahını artırmak bir yana dünyadaki bir avuç varsılın çıkarına hizmet etti. Büyük düşün, hayallerinin peşinden git türü, refah  ve umut vazeden anlatıların yaldızlı yüzlerinin altından çıkan gerçek; yüzlerce yıldır insanların sadece zengin oldukları için zenginleştiği, fakir oldukları için fakirleştiği gerçeğidir. (Servetin nasıl edinildiği, kimden, hangi yöntemle devşirildiği konularına bu makale kapsamında ele alınamayacak kadar ayrıntılı olduğu için hiç girmiyorum.)


Bu akıl almaz adaletsizliğin giderilmesinin tek bir yolu var: Servetin ve kazancın özelliklede mirasın çok daha yüksek oranda vergilendirilmesi. Ne var ki, bu yalın gerçeğe karşılık yalancı, düzenbaz siyasetçiler seçmenlerinin gözlerinin içine baka baka gerekenin tam tersini yapıyorlar. Oyu yoksuldan alan varsıla  uşaklık eden, solcusuyla sağcısıyla ''çağın'' siyasetçisi;  servetten, kazançtan ve mirastan alınan vergileri yükseltmek bir yana teşvikler, indirimler ve muafiyetlerle düşürürken, tüketimden alınan dolaylı vergileri (ÖTV,KDV) yükseltiyor. Ülkeye sermaye çekmek, yoksul insanlara istihdam yaratmak yalanlarının arkasına gizlenen bu vicdansızlık zenginin ödemesi gereken vergiyi yoksul halk kitlelerinin sırtına yüklüyor. Oysa, ne kazanılan ne miras yoluyla elde edilen servet ülke içinde kalıyor ne de işsizlik oranları düşüyor. Çünkü sırtını siyasetçiye dayayan doymak bilmez yüzde 1, daha düşük vergi vermek hatta hiç vermemek amacıyla servetini vergi cennetlerinde kurduğu tabela şirketlerine aktarıyor. Yatırım yapıp istihdamı artırmak yerine finansal manipülasyonlarla servetine servet katıyor...  

(Bu yazı yayınlandıktan 5 gün sonra Amerika kurumlar vergisi oranını % 35'den %20'ye düşürmüştür)

Bazı kuramlarının hala geçerliliğini koruması, liberalizmin temel dayanağını yitirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Temel dayağından yoksun kalmış bir ideolojinin hala bu dayanağa sahipçesine pazarlanması maalesef  sadece az gelişmiş ülkelere özgü bir sorun değil. Bugün, Amerikalı, Alman, İngiliz, Rus  sürü insanı en az Afganlı, Iraklı sürü insanı kadar donanımsız. Cehaletin dünya genelinde bir sorun olduğunun en önemli kanıtı ise,  geniş halk kitlelerinin cebindeki parayı çalarak zenginlerin cebine koyan yalancı, çıkar düşkünü siyasetçi tipinin dünya genelinde hala iktidarı elinde bulundurmasıdır.





http://publications.credit suisse.com/tasks/render/file/index.cfm?fileid=12DFFD63-07D1-EC63-A3D5F67356880EF3

17 Kasım 2017 Cuma

Özgürlük Korkusu

Erich Fromm Özgün adı ''The Fear of Freedom'' olan ve Türkçeye  Özgürlükten Kaçış ya da Özgürlük korkusu(*) olarak çevrilen kitabı ikinci dünya savaşının yeryüzünü cehenneme dönüştürdüğü bir dönemde 1941 yılında yazdı. Kitabın basılmasının üzerinden onlarca yıl geçti ve biz hala ''Neden insanlaşamıyoruz ?'' sorusunun yanıtını arıyoruz.
Düşünsel ve siyasi gelişme uzun soluklu bayrak yarışından farksızdır. Dolayısıyla ardımızdan koşmuş yarışmacıların uzattığı bayrağı yani geçmişin edinimlerini veri almadan ortaya koyacağımız her yaklaşım hüsranla sonuçlanmaya yazgılı. Temel sorunumuz düşünürlerce biliminsanlarınca, akademisyenlerce  daha iyi bir yaşam için ortaya konmuş düşüncelerden, teorilerden habersiz oluşumuz. Bu cehalet, belli hedefler adına araçsallaştırılmış siyasi, sosyal, psikolojik söylemleri kolaylıkla benimsememize yol açıyor. Bu bakış açısıyla Erich Fromm'un Özgürlük Korkusu kitabından seçtiğim bazı bölümleri paylaşmak istedim.

''Robot gibi uyum gösteren her birey biyolojik olarak canlıdır ama duygusal ve zihinsel olarak ölüdür. Günümüz insanı bir doyum ve iyimserlik maskesi altındaki son derece mutsuzdur. Hatta umutsuzluğun eşiğindedir. Umarsızca bireysellik kavramına yapışır 'farklı' olmak ister ama bir şeyin 'farklı' olması dışındaki çekiciliğini göremez. Bir robot olduğundan yaşamı kendiliğinden ve içten gelen bir etkinlik olarak yaşayamadığı için her heyecanı farklılık olgusunun içine koyar.  

Çağdaş insanın gereksinimleri, istekleri çoktur ve sorununu ne istediğini bildiği halde elde edememesi olarak algılar. Bütün enerjisini istediklerini elde etmek için harcayan insanların çoğu bu çabanın nedeninin hiç sorgulamazlar: Gerçek isteklerini bildiklerine inanırlar. Peşinden koştukları hedefin gerçekten kendi gerçek istekleri olup olmadığı üzerinde düşünmezler. Okuldayken iyi not almak isterler, yetişkinken başarılı olmak, daha fazla para kazanmak, daha fazla saygınlığa kavuşmak isterler. Oysa bütün bu çılgınca etkinliklerin arasında durup düşünseler akıllarına şu soru gelebilir: ''Bu yeni işe girebilsem, bu daha iyi arabayı, daha lüks daireyi alabilsem, bu geziye çıkabilsem -peki ne olacak? Bütün bunların yararı ne? Gerçekten bütün bunları isteyen ben miyim? Beni mutlu etmesi gereken ve elde ettiğim anda benim dışıma çıkan bir amaç peşinde mi koşuyorum? Bu sorular çok ürkütücüdür çünkü insanın bütün etkinliğinin dayandığı temeli sorgular, ne istediği konusundaki bilgisini sorgular. Bu nedenle insanlar bu rahatsız edici düşüncelerden olabildiğince uzak kalma eğilimindedir. Bu soruların akıllarına yorgun ya da sinirli oldukları için geldiğine inanırlar ve kendi istekleri olduğuna sorgulamadan inandıkları amaçların peşinde koşmaya devam ederler. Bu gerçek, çağdaş insanın, ne istediğini bildiği yanılgısı içinde yaşadığı ama gerçekte yalnızca istemesi gerektiğini istediğidir. Bunu kabul etmek için önce şunu anlamamız gerekir ki, kişinin gerçekten ne istediğini bilmesi o kadar kolay değildir, tersine insanın çözmek zorunda olduğu en güç sorunlardan biridir. İşte tam da bu nedenle bu sorumluktan telaş içinde kaçarak hazır bazı amaçları kendi amaçlarımız gibi benimseriz. 

Çağdaş insan ''kendi'' amaçları gibi görünen amaçlar peşinde koşarken büyük tehlikelere atılmaya hazırdır; ama kendi amaçlarını bulma tehlikesinden ve sorumluluğundan müthiş korkar. Oysa, günümüz insanı ne istediğini, hissettiğini, düşündüğünü keşfetme ve kendi özgür iradesine uygun davranma yetkinliğine sahiptir. Ancak bunları görmemezlikten gelir. Adı olmayan otoritelere boyun eğer ve kendine ait olmayan bir benliği benimser. Bunu yaptıkça güçsüzlüğü artar ve daha çok uyum göstermek zorunda kalır. Bir iyimserlik ve inisiyatif maskesi altında, çağdaş insanın hissettiği derin güçsüzlük yaklaşan felaketler karşısında felce uğramasına neden olur. Eğer yaşam  yaşanamadığı için anlamını yitiriyorsa, insan çaresiz kalır. İnsanlar fiziksel açlıktan sessizce ölmezler; ruhsal açlıktan da sessizce ölmezler. ''Normal'' insan açısından sadece ekonomik gereksinimlere bakacak olursak, ortalama robot insanın acılarını yadsırsak kültürümüzü insan temelinde tehdit eden tehlikeyi göremeyiz. Bu tehlike, heyecan vaat eden, bireyin yaşamına anlam ve düzen katacağını iddia eden herhangi bir yapıyı, bir yaşam şeklini, bir düzeni, bir lideri kabul etmeye hazır olmaktır. İnsan biçimindeki robotların umutsuzluğu faşizmin politik amaçları için son derece uygun bir ortamdır... ''

Şok edici, kırıcı hatta yıkıcı olsa da  gözlemlerimizi saptamalarımızı,tecrübelerimizi  içtenlikle paylaşmadıkça bırakın ''ideal'' olana ulaşmayı vasatı bile yakalayamayacağımızı artık anlamalıyız.
Bir gün gerçek insanlar olarak insanca bir dünyada yaşamak dileğiyle. 

(*) Özgürlük Korkusu, Erich Fromm, :Çeviren Selma Kocak, Doruk Yayımcılık, 2011

2 Kasım 2017 Perşembe

Atinalı Timon

Maddi ya da duygusal istismar olgularında kullanan mı yoksa kullandıran mı hatalıdır? Sömürdüğünü duyumsatmayacak düzeyde profesyonel oynayanları, kullanıldığını anlayamayacak düzeyde saf insanları soyutlarsak; bence, istismara dayalı ilişkiler gönüllü karşılıklılığa dayanır. Bu tür ilişkilerde her iki taraf da çıkar sağlar; ayrım sadece elde edilenin niteliğindedir. Kullandıran taraf, benlik yoksunluğunun, kendinle kalamamanın, övgü alma gereksiniminin karşılığını verirken; kullanan taraf gösterdiği sahte yakınlığın, yapmacık sevginin ve dostluğun karşılığını alır. Sömürüye dayalı ilişkiler kullanılanın maddi gücü sona erinceye veya kullanan kendisi için daha fazlasını ödemeye razı birini buluncaya dek devam eder. İlişki sonlandığında maddi ve duygusal yıkıma uğrayan genellikle istismar edilen taraftır.

Bu sorgulamanın nedeni, arkadaşımın anlattığı bir istismar öyküsünden başka bir şey değil.  Her dinlenen öykü, her tanıklık kaçınılmaz şekilde bilincimizde bir takım çağrışımlara yol açıyor. Bu düşünsel pratik bana, William Shakespeare'in az bilinen ancak en sevdiğim tragedyalarından birini; Atinalı Timon'u anımsattı. 

Timon uçsuz bucaksız arazilere sahip, insan sevgisiyle dolu, varlığını herkesle paylaşan zengin bir Atinalıdır. Timon, zengin babası öldükten sonra cebi para gören ve kendisine olan  borcunu ödemek için gelen arkadaşı Ventiddius'a; ''Yoo olmadı dürüst dostum Ventiddius; / Sevgimi yanlış yorumlamışsınız, / Ben sevdiğimi karşılık beklemeden severim, / Verdiğinin karşılığını alan gerçekten vermiş sayılmaz... '' diyecek kadar zengin gönüllüdür.  

Onun, eli öylesine açık, gönlü öylesine zengindir ki, her akşam konağında kurulan sofralarda bir araya gelen seçkin Atinalılar altın tanrısı Plutus'un ancak Timon'un kahyası olabileceğini söyler. Timon, dostlarına sadece ziyafet vermekle yetinmez, değerli hediyelere ödüllendirir onları. Ne var ki, her görkemli yaşamı bir hazin bir son bekler.  Para işlerini takip eden kahyasının uyarılarına kulak asmayan Timon'un serveti yavaş yavaş tükenmeye başlar. Kahya Flavius'un durum karşısında kendi kendine söylenmek dışından elinden bir şey gelmez;''Verdiği sözler varlığının o kadar üzerinde ki, / Ne söylese borca gidiyor artık, / Her sözüyle biraz daha artırıyor borçlarını, / O kadar iyi bir adam ki bu, / İyiliğinin faizini ödüyor şimdi de,''  

Sonunda serveti tamamen tükenen Timon çareyi yıllardır ihya ettiği dostlarından borç istemekte bulur. Ancak çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Yıllarca asıl servetinin dostları olduğunu söyleyen adam dehşetli bir hayal kırıklığına uğrar. Artık kahyası Flavius bile kendi kedine söylenmek yerine efendisinin yüzüne haykırmaktadır düşüncelerini; Olacak şey mi efendimin cömertliği? / Neler gitti, aşağılık hödüklerin midesine! / Kimler yaltaklanmıyor Timon efendimize! / Hangi yürek, hangi kılıç, hangi güç, hangi servet / Feda etmiyor kendini Timon efendimize / Ah, bir bitti mi bu övgüleri satın alan paralar/ Tükenir o övgülere can atan soluklar da...

Acı gerçekle yüzleşmiştir Timon.  Atina'dan nefret etmektedir. Ama kızgınlığını ve üzüntüsünü gizler.Yeniden para bulduğu, eski görkemine kavuştuğu söylentisi yayar. Amacı bir ziyafet düzenleyerek dostlarına bir ders vermektir. Konakta masalar tekrar kurulmuştur. Borç isteyerek sınandıklarını aslında Timon'un servetinin tükenmediğini düşünen Atinalılar bir kez daha konağı doldurmuştur. Konuklar sofraya davet edilirler herkes eski günlerin mutluluğu içindedir. Konaktaki  mükemmel ziyafetlere alışmış olan misafirler tabakların kapaklarını açınca büyük bir şok yaşarlar. Tabaklarda sadece sıcak su vardır ve Atinalı Timon'un sesi salonda yankılanmaktadır;  

Açın tabaklarınızı, köpekler, açın da yalayın! / Dilerim göreceğiniz en son ziyafet olsun bu! / Sizi gidi sözde dostlar sizi! / Duman ve ılık su; tam sizin şanınıza layık işte, / Timon'un son yemeği budur size, / Yıkayıp temizliyor işte kendini Timon / Üstüne pul pul yapışmış dalkavukluğunuzdan; / Savuruyor işte böyle suratınıza (Suyu suratlarına atar) / Vıcık vıcık alçaklığınızı, / Herkesin lanetleriyle yaşayın, uzun uzun hem de; / Sizi sırıtkan yapışkan, iğrenç sömürgenler sizi! / İnsanın yüzüne bakıp kuyusunu kazanlar, / Dost yüzlü kurtlar, tatlı dilli ayılar sizi! / Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri! / Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar,kalleş kuklalar...

Yaşananlar, ''kıyakçılığın sonu ayakçılıktır'' özdeyişini adeta kanıtlar niteliktedir. Timon'un düştüğü kötü durumun nedeni çevresindekilerden çok kendisidir. Sevilmek, takdir edilmek istemiştir. Ancak kimse ona ne sevgi ne de dostluk vermiştir. Çünkü çevresindekilerin ona dalkavukluktan başka verebilecekleri bir şey yoktur. Beş kuruşsuz Timon konaktan ayrılır. Kent surları dışındaki bir ormanda bir mağaraya yerleşir. Artık tüm Atinalılardan nefret eden bir münzevi, amansız bir insan düşmanı, bir kinik ve bir nihilisttir. İnsanlara karşı duyduğu nefret öylesine sonsuzdur ki, onların acı çekmesinden başka bir şey istememektedir. Ormanda, bitkilerle ağaç kökleriyle beslenir, korkunç bir sefalet içinde yaşar. Ne var ki yaşam henüz son sözünü söylememiştir. Bir gün mağarasında yiyecek kök aramak için toprağı kazan Timon  eski servetini kat ve kat aşan bir hazine bulur. Ancak Timon zenginlikten ve çıkar düşkünü asalaklardan o kadar nefret etmektedir ki, bulduğu hazine için sevinmek yerine haykırmaya başlar;  

Aman bu ne? Altın? Sarı pırıl pırıl , halis altın! / Yoo, tanrılar, içim başka dileğim başka değil benim. / Ben kök istedim sizden, cömert tanrılar, kök! / Altının bu kadarı karayı ak, çirkini güzel, / Yanlışı doğru, soysuzu soylu, yaşlıyı genç, / Korkağı yiğit etmeye yeter de artar bile. / Niçin yaptınız bunu tanrılar? Nedir zorunuz? / Bilmez olur musunuz ki, bununla / Rahipleriniz kullarınız elinizden alınabilir; / Sapasağlam insanlar ölüm döşeğine serilebilir. / Bu sarı köle dinleri yıkar da yapar da; / Cehennemliği cennetlik eder; / İğrenç cüzamlıları sevdirir insana; / Hırsızları baş köşelere oturtup / Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar...Tragedya bu sahneyle yeni bir boyut kazanarak, nefes kesen diyaloglarla sona doğru ilerler... 

Evet. Cömertlik önemli insani değerlerden biridir. Ancak insan sınır tanımaz tüketiciliğiyle ''yeter'' diye bir şey bilmez. Doyurulamaz bir açgözlülükle saldırır her şeye. Ne üzücüdür ki, yeryüzünün tek ''düşünen'' canlısı olduğu iddia edilen bu varlık vicdanın sesine kulak vermek yerine ihtirasın sınır tanımaz isteklerine boyun eğer. Sayısız kez duvara çarpmasına rağmen arzularının peşi sıra savrulmaya devam eder... Aslında,  tarih öncesi çağlardan günümüze kadar süren bu iflah olmaz yaşam algısı insanın doğuştan gelen özeliklerinden çok bilinçli yaratılmış donanımsızlığından kaynaklanır.  

Siz siz olun; ruhunuzu ve cüzdanınızı dost yüzlü  istismarcılardan koruyun.

Yararlanılan kaynak: Atinalı Timon, William Shakespeare, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

21 Ekim 2017 Cumartesi

Yapay Zeka

İnsanlar çoğunlukla yöneticilerin aldığı kararların ardında bir uzmanlık ve sağduyu bulunduğunu varsayarlar. Arkasına takıldıkları liderlerin mantıkla analiz eden, akılcı seçimler yapan “rasyonel” kişiler olduğunu düşünürler. Oysa, bilimsel bulgular insan beyninin yeni bir durumla karşılaştığında somut verilerle mantığı eşzamanlı kullanmak yerine geçmiş duygusal ve fiziki deneyimlerine, yargılarına göre karar verdiğini ortaya koyuyor. Yani, insan beyni seçenekleri sırala, hedefleri tanımla ve her bir hedefe hangi seçeneğin uyacağını belirle şeklinde bir işleyişle çalışmıyor. Demek ki, yönetenlerin kararlarının ardında anın nesnel gerçekliğinden çok geçmişe ait duygusal etkileşimlerin, bilince kazınmış şablonların etkisi var.  Bulgular kaçınılmaz olarak aklımıza, ''Bu işleyişle karar alan; duygularının, geçmişinin, arzularının, özseviciliğinin etkisindeki bir varlık hemcinslerini  yönetebilir mi? '' sorusunu getiriyor. Bugün, elimizde, insanın diğer insanları yönetme yetkinliğine sahip olduğunu kanıtlayacak çok az örnek var. Üstelik bu iyi örneklerce sağlanan iyileşmelerin çoğunlukla kalıcı ve sürdürülebilir kılınamadığı ortada. Geçmişi irdelediğimizde, her yetkin yöneticiyi her köklü değişimi geçmişin ilerleme ve kazanımlarını yok eden kötü yöneticilerin, kötü dönemlerin izlediğini görüyoruz.
Son on iki  bin yılda, kadın egemen toplumlardan erkek egemen toplumlara, avcı-toplayıcı göçerlerden yerleşik tarım toplumlarına, büyücü reislerden klan şeflerine, derebeylerinden krallara;  monarşiden demokrasiye, faşizmden komünizme, oligarşiden teokrasiye her türden liderlik modelini ve yönetim sistemini denedik. Ancak yeryüzünden ne şiddeti, ne savaşı ne de sefaleti silebildik. Sözde demokrat despotlar, tiranlaşan yönetenler yeryüzünün farklı coğrafyalarında bedel ödetmeye devam ediyor. Sorunlar, hala sosyoekonomik koşulların dayattığı zorunlulukların kaçınılmaz  sonuçlarından çok yönetsel donanımsızlığın, yanlış kararların, siyasi popülizmin sonuçları olarak ortaya çıkıyor.
Yöneticilerin özel mülkiyet, evlenme ve çocuk sahibi olma haklarının bulunmaması gerektiğini savunan Platon, insanların adil yöneticiler olamayacağı gerçeğini ilk gören düşünürdü. Yönetim işine özel mülkiyet, ailevi öncelikler ve para hırsının karışması durumunda yöneticilerin adaletli ve eşit yönetimden uzaklaşacağını savundu. Onun, yönetimle, yöneticilerle ilgili düşünceleri kişi hak ve özgürlüğüne aykırı bulunduğu için eleştirildi. Ancak bu karşıtlık kıskanç, bencil, özçıkar düşkünü bir varlık olan insanın adil yönetici olamayacağı gerçeğini değiştirmedi
Binlerce yılın  kötü deneyimlerine saplanıp yılgınlığa mı kapılmalıyız? Tabii ki hayır. Nitekim, yapay zeka çalışmalarının açtığı yeni ufuk, bize, adil ve eşitlikçi bir düzen kurma umutlarımızın hiç de yersiz olmadığını kanıtlıyor. Önde gelen yapay zeka düşünürlerinden Nick Bostrom, yapay zekayı “bilimsel yaratıcılık, genel bilgelik ve sosyal yetenekler dahil neredeyse her alandaki en iyi insan beyinlerinden çok daha akıllı bir zeka olarak tanımlıyor. Akıl yürütme, öngörme, planlama, sorun çözme, soyut düşünme, aşırı karmaşık fikirleri kavrama, hızlı öğrenme ve edinimlerden ders alma yeteneklerine sahip gelmiş geçmiş en güçlü karar verici...
Beynimizdeki nöronlar maksimum 200 Hz hıza ulaşırken, günümüzdeki mikroişlemciler (şu anda yapay zekaya ulaşacağımız zaman erişilecek hızdan  çok daha yavaşlar) 2 GHz hıza ulaşıyor, yani bizim nöronlarımızdan 10 milyon kat daha hızlılar. Ve beynin saniyede 120 metre hıza ulaşabilen iç haberleşme sistemi, bilgisayarın optik olarak ışık hızında haberleşme yeteneğinin karşısında bir hiç adeta. Evet, yapay zeka çalışmaları bizden bin hatta bir milyar kat daha zeki bir yapı müjdeliyor. Üstelik, ihtiras, nefret, kin, kıskançlık ve özsevicilik gibi insani zaaflardan bağımsız karar alabilen bir yapı.O kadar ki, dünya'da insanların açlıktan ölmediği bir sistem tasarla ya da eşitlikçi bir toplumsal düzen tasarla komutlarının yanıtını saniyeler içinde verebilen bir yapıdan konuşuyoruz.

Var alan bilgi düzeyleriyle yapay zekayı anlamakta zorluk çeken bazı toplum kesimleri gelişmeleri kaygı ve dirençle karşılıyor.  Hollywood zırvalarının etkisinde kalmış bu kesimlerin sıklıkla dillendirdiği soru ''Bu gücün kontrolü kimde olacak?'' sorusu.  Ray Kurzweil kaygılı mahalle sakinlerinin bu sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Yapay süper zeka, bir sürü farklı çabaların bileşimiyle ortaya çıkacak ve uygarlığımızın altyapısıyla son derece bütünleşik bir yapı olacak. Dolayısıyla, o, bizim değerlerimizi yansıtacak çünkü biz olacak.” Yani, konunun uzmanları bilinçli tasarlanmış bir süper zekanın insan gibi kötü düşünemeyeceğinden eminler.  

Ben, yapay zekayla ilgili felaket senaryolarını üretenlerin bugünkü kötü yönetişimden sorumlu, sıradan zekadan bile yoksun liyakatsizler sultası olduğuna inanıyorum. Çünkü, her büyük değişim kartları yeniden dağıtarak güç dengelerini yeniden yapılandırır, bazı toplumsal kesimler güç yitirirken bazıları güç kazanır.  ''İdeal bir toplum yaratacak kadar zeki olduğumuzu düşünmüyorum'' diyen  Noam Chomsky'ye katılıyorum.  Gerçekten de yapay zeka, binlerce yıldır içinde debelendiğimiz yetkinlik çıkmazını aşmamızın tek yolu. Bugün kullandığımız bilgisayarları evlerin bodrum katlarında, kafeterya köşelerinde akıl yoran sıra dışı genç beyinlere ve homoseksüel olduğu gerekçesiyle toplum tarafından linç edilen Alan Turing gibi dahilere borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. Kapitalizmin, çıkar gütmeyen iyi niyete dayalı bu uğraşları telif ve fikri mülkiyet haklarını gerekçe göstererek nasıl rotasından saptırıldığı hala belleğimizde. Toplumun yapay zeka çalışmaları üzerindeki ilgi ve farkındalık düzeyi tam da bu nedenle yaşamsal bir öneme sahip. Kitlesel farkındalık, yapay zeka çalışmalarının para ve çıkar düşkünü girişimcilerin tekelinde yürütülmesini önlemenin yanı sıra binlerce yıldır insanların ortak özlemi olan bilgiye, akla dayalı bir yönetim sisteminin yaratmasına ciddi katkılar sağlayacaktır.


Kitap Önerileri;
Bir Zihin Yaratmak Ray Kurzweil, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Devlet, Platon, İş Bankası Kültür Yayınları




14 Ekim 2017 Cumartesi

Helin Palandöken

Helin Palandöken, henüz 17 yaşında sokak ortasında bir cani tarafından vurularak katledilen pırıl pırıl bir genç.  Bu cinayetin son olmadığını bilmek en az Helin'in trajedisi kadar yürek dağlayıcı.

Evet, maalesef, bu cinayet son değil, çünkü  tıpkı tecavüz, taciz olaylarında olduğu gibi bu kez de nedenler halının altına süpürülecek, herkes sonuca yani fail ve mağdura odaklanacak. Cinayetlerin gerçek faili ve azmettiricisi olan kültürel, ailevi, sosyal nedenler gözlerden kaçırılacak. Kadını seçim yapma iradesinden yoksun ikinci sınıf bir varlık olarak içselleştirmiş anne babaların bu cinayetlerdeki sorumlulukları tartışılmayacak. Kadını, sahip olunabilir, satın alınabilir, elde tutulabilir bir nesneye indirgeyen toplumsal anlayış sorgulanmayacak...

Ve bir ay sonra kimse Helin'i  anımsamayacak. İradeleri dışında potansiyel katil, tacizci ya da tecavüzcü olarak yetiştirilenler aramızda dolaşmaya devam edecek. Ancak, unutmamalıyız ki, bu trajedideki sorumluluğumuz bu cinayetleri işleyenlerden az değil. Çünkü  toplumsal sorunlar karşısındaki duruşumuzla sadece kendimize karşı değil tüm insanlığa karşı sorumluyuz...

4 Ekim 2017 Çarşamba

Kadın

Kadınlar, bir erkek projesi olan demokrasinin devlet aygıtlarına uyarlanması sürecine çok geç katılabildiler. Bu mücadele,seçme seçilme hakkı, yasalar önünde eşitlik gibi bazı temel kazanımlara öncülük etti, ancak kadınların toplumsal karar alma süreçlerine ve  kamu yönetime erkeklerle özdeş koşullarda katılımını sağlamadı.

İkinci özgürlük dalgası 1968 hareketiyle, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden tanımlanması istemiyle geldi. Tarihte ilk kez kadınlar cinselliğin bir anlamda da devrimin dilini kullanıyordu. Hareketin öne çıkan talepleri: Kürtaj serbestisi, cinsellikte kadın erkek eşitliği, doğum kontrol özgürlüğü, aileden bağımsız karar alma özgürlüğü, eşit işe eşit ücret ve ekonomik bağımsızlıktı. Ancak, bu mücadele de kürtaj hakkı, sevişme özgürlüğü (kısmen bir erkek projesiydi) gibi birkaç alan dışında kadının toplumsal ve ekonomik konumunda radikal bir değişime yol açmadı. 

Oysa, kadınlar kaba kuvvetin belirleyici olduğu, sosyal düzenin hurafeler, dini ve geleneksel dayatmalarla şekillendiği çağlarda bile çok daha fazlasını almayı başarmışlardı:  
''Erkekler müthiş bir korku içinde, boyun eğmiş bir durumda yaşıyorlardı. Elbette köyü etle doyuracak ok ve yayaları vardı fakat silahların büyü ve hastalık karşısında ne yararı var diye soruyorlardı. Zaman içinde kadınların baskısı artıkça arttı, erkeklerin durumu kötüleştikçe kötüleşti... Erkekler sonunda ölü bir büyücünün canlısından daha tehlikeli olmayacağını düşünmeye başladılar. Ve büyük bir kıyım yaparak büyü çalışmalarına yeni başlamış genç kadınlar dahil bütün kadınları öldürdüler. Artık çocuk sahibi olmak için küçük kızlar büyüyünceye kadar beklemek zorundaydılar. Ne var ki, kıyım sonrası ortaya ciddi bir sorun çıkmıştı; erkekler ele geçirdiği bu üstünlüğü nasıl sürdüreceklerdi? Bir gün kız çocuklar büyüdüklerinde bir araya gelip kadınlara eski üstünlüklerini kazanabilirlerdi. Bunu engellemek için kendilerine karşı birçok kötü tuzağın hazırlanmış olduğu eski kadın evini(bir tür ibadethane) yok etmeye karar verdiler.  Yeni cinler yarattılar kadınların yeni yaptıkları tapınaklara girmesini yasakladılar.'' (*) Güney Amerika Tierra del Fuego ilkel kabilelerinden günümüze ulaşan bu efsane avcılık dahil yaşamın her alanında erkek kadar yetkin olan kadının geçmişteki toplumsal konumu belirlemesi açısından anlamlı bir örnek.

Geçmişin saygı gören korkulan karar verici konumundaki kadını bu gün pozitif ayrımcılık yasalarından medet uman bir varlığa indirgenmiş durumunda. Evet, artık, başta kadınlar olmak üzere herkes kadın düşmanı! Öyle ki, kadın, ''Bir erkek çocuğa sahip olma isteği bir penise sahip olma isteğinin vekilidir'' diyen Freud'u haklı  çıkarırcasına yetiştirdiği erkek çocuk üzerinden erkek egemen düzenin ayakta kalmasını sağlıyor.  Hakkı olanı talep etmek yerine erkeğin önüne koyduğuyla yetiniyor. Hemcinsleriyle dayanışmak yerine rekabet ediyor. Aklıyla öznelleşmek yerine bedeniyle nesnelleşerek libidinal ekonominin kadına biçtiği rolleri üstleniyor. Tek eşli kalıp, erkeğin çokeşliliğine rıza göstererek sadakatin kadınlara özgü bir erdem sayılmasını temellendiriyor. Erkeğin yaşamı üzerinde söz sahipliğini kutsal metinlere bağlayan, tanrı kelamı olduğu öne sürülen dogmaları sorgulamadan kabul ederek kadına biçilen ikinci sınıf insan rolünü benimsiyor.  

Özellikle ''eğitimli'' kadınların mücadele etmek yerine gönüllülükle erkek egemen düzene eklemlenmeleri hayrete düşürüyor insanı. Zira, bu duyarsızlık eve kapatılmış, kimliksizleştirilmiş, yaşamak adına dayatılanı benimsemek zorunda bırakılmış yoksul, eğitimsiz kadınların koşullarını daha da kötüleştiriyor. 

Erkek egemen iletişimin, cinsiyet rolleriyle ilgili yüzlerce yıllık geleneksel yalanları sürekli yeniden ürettiği bir düzende, ''Erkeğin neden güçlü olduğu'' sorusu bir anlam taşımıyor. Bugün, asıl üzerinde düşünülmesi gereken soru ''Kadının neden güçsüz olduğu?'' sorusudur. Adaletsizliğin çözümü bu sorunun yanıtlarında gizlidir.   Gerçek şu ki, zorla dayatılanın karşısında örgütlü, sürdürülebilir bir mücadele olmadığı sürece; somut gerçekler bile zihinlere kazınmış kör inançlar değiştirmiyor .

(*) Yararlanılan kaynak; Yaratıcı Mitoloji, Joseph Campbell, İmge Kitapevi



1 Ağustos 2017 Salı

Evrim Teorisi


İtalya, yıl 1630 
''Sen, Galileo, Floransalı merhum Vincenzio Galilei'nin 70 yaşındaki oğlu; güneşin hareketsiz olduğu ve evrenin ortasında yer aldığı ve dünyanın hareket ettiği ve ayrıca kendi çevresinde döndüğünü kabul ettiğin, bu öğretiyi öğrencilerine öğrettiğin, Kopernik'in hipotezini savunarak kutsal metinlerin gerçek anlamı ve yetkesi aleyhinde bazı önermeler eklediğin için , bu kutsal makama şikayet edildin. Yüce Engizisyonun kardinallerinin isteğiyle güneşin durağanlığı ve dünyanın hareket ettiğine ilişkin iki önermen hakkında  Efendimiz İsa Mesih ve onun izzetli annesi Meryem'in kutsal adını anarak karar veriyoruz ki,

1) Güneşin evrenin merkezi ve sabit olduğu önermesi saçmadır. Çünkü felsefi olarak yanlış, biçimsel olarak sapkınlıktır; çünkü kutsal metinlere aykırıdır.
,
2)Dünyanın evrenin merkezi ve hareketsiz olmadığı, hareket ettiği, kendi çevresinde döndüğü önermesi de saçmadır. İlahiyat açısından değerlendirildiğinde  hatalıdır.

Türkiye, yıl 2017
Genel olarak insanlardaki yaratılış algısına ters düşen Evrim Teorisi’nin bir teoriden ibaret ve %100 kanıtlanmış bir bilgi olmadığı, MEB’in müfredatında her zaman ilime dayalı konuların yer alması gerektiği için müfredattan kaldırılmıştır.

Engizisyon mahkemesinin güneş merkezli evren teorisini mahkum etmesiyle,  Milli Eğitim Bakanlığının  binlerce gözlem, deney ve ölçümün sonuçlarına dayanan evrim teorisine yaklaşımı  arasında bir fark var mı?  Bilimsel bir teoriyi değerlendirecek ehliyeti  bulunmayan  iki farklı kurumun yüzlerce yıl arayla aynı yargıya varması ne kadar ilginç değil mi?

İnsanlık tarihi süresince yaradılışla ilgili yüz binlerce dini anlatı  ortaya çıktı. Günümüze  konuyla ilgili yazılı, sözel  efsaneler,  mitler, söylenceler ulaştı. Bilim açısından konuya baktığımızda ise, yaşamın ve insanların varoluşuyla ilgili binlerce tez, hipotez, teori ve yasa geliştirildi. Çağdaş insan yaşadıklarını, okuduklarını, kazanımlarını, başka kültürlerden öğrendiklerini aklın süzgecinden geçirme yetkinliğine ve kendi inançlarını  oluşturma özgürlüğüne sahiptir. Diğer yanda, sanılanın aksine  bilimsel teori, kanıtlanmamış düşünce anlamına gelmez. Tam tersine, bilimsel teoriler  uzun süreli incelemeler ve deneyler sonucunda elde edilen gerçekliği defalarca test edilmiş ve geçerli olduğu her seferinde anlaşılmış bütünsel bilgilerdir. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde; isteyen, insanın, çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yaratıldığına , isteyen insanın bir evrim süreci sonunda ortaya çıktığına ya da her iki görüşün sentezinden oluşan bambaşka bir şeye inanır. Uluslararası insan hakları sözleşmelerinde ve TC. Anayasasında  yer alan din ve vicdan serbestisiyle ilgili hükümler tam da bu özgürlüğü garanti altına almak amacıyla vardır. Dolayısıyla bilim dünyasının en güçlü teorilerden biri  olan Evrim Teorisinin yüzde yüz kanıtlanmadığını öne sürmek  MEB'nin ne haddi ne de görevidir.

Türkiye, bilimin; 12-14 yaşından küçük çocukların soyut kavramları yani duyu organlarıyla algılanamayan, sezgi yoluyla bilinebilen kavram ve varlıkları anlayamayacağı uyarıların kale almayan, 9 yaşında çocuklara ''seçmeli'' din dersi koyan, evrim teorisini müfredattan çıkaran  çağdışı bir anlayışça yönetilmektedir. Bu çağ dışı anlayış içinde yaşanılan çağa, kültüre bağlı olarak değişen son derece göreceli şeriat konusunu müfredata eklemekte bilimsel bir sakınca görmemesi  hiç şaşırtıcı değildir. Son analizde Türkiye, artık bilişsel zamanını yüzlerce geriye almış bir ülke konumundadır.  Ancak bu kararları alanlar unutmamalıdır ki, tarih, inancı bilimin önüne konumladığı için karanlık içinde boğulan ve yok olan toplum örnekleriyle doludur...

"Hayatta en hakiki yol gösterici ilimdir fendir, ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir. "
Mustafa Kemal ATATÜRK


22 Temmuz 2017 Cumartesi

YARIN BENİ HALA SEVECEK MİSİN?

Bu yazıyı, 23 Temmuz 2011'de  Amy Winehouse' ın ölümünün ardından yazmıştım . Altı yıl ne kadar hızlı geçmiş. Biraz değiştirip, düzeltip Blog'a eklemek istedim.

Amy Winehouse’un yaşamını yitirmesinin ardından ayyuka çıkan ‘’su testisi su yolunda kırılır’’ tartışmalarının kökeninde;  su yolunda kırılacak bir testiye bile sahip olamamanın kıskançlığının yattığına kuşku yok.  

Yermek övmek, beğenmek beğenmemek türü tepkiler nesnel bilgiye, somut verilere dayanıyorsa bir değer taşır. Ancak, üniversite seçimini mezuniyet sonrası alınacak ücrete göre yapan yani kurumsal köleliği içselleştirmiş insanların çağında; özerklik, aykırılık ve karşıtlığın kavranamaması çok normalAmy'yi  sıra dışı yaşamı üzerinden sosyal medyada eleştirenlere göre o, iyi bir eğitim almalı, ''namuslu'' yaşamalı, önce bir iş sonra bir eş edinmeli ve her ne yapacaksa sıradanın onayını almış bir sosyal düzen içinde yapmalıydı. Gel gelelim, yaşamı dayatılanla çelişmeden sürdürülebilecek bir şey olarak gören düzen dayatıcılar, Amy’nin sıradanın gittiği yoldan gitmediği için yaratabildiğini ya düşünmemişler ya da bilerek görmemezlikten gelmişlerdi. 

Belli ki, Amy,  günümüz  insanını kuşatan her biri modernizmin çıktısı olan akıl ve doğa dışı dayatmalara boyun eğmek istememişti. Belli ki, Amy kapitalizmin boyunduruğundaki birçok insan gibi, bireysel gerçeklikle çelişen düzeni alkol ve uyuşturucunun yardımıyla yenebileceği yanılsamasına düşmüştü. Ne var ki, çevresi servet avcısı profesyonellerle, anne baba arkadaş beklentileriyle kuşatılmış, yirmi yedi yaşındaki bir gencin acımasızca tahkim edilmiş bu sarmaldan çıkabilmesi olanaksızdı. Nitekim, gözleri dolarlardan başka bir şey görmeyen organizatörler sahneye çıkamayacak kadar sarhoşken onu  Belgrat'ta on binlerce ''tüketici''nin önüne atmakta hiç duraksamadı. 

Savunmasızdı, şarkı söyleyemiyordu hatta ayakta zor duruyordu. O gün sahnede Amy değil konser biletine ödedikleri para karşılığında  sanatçıyı satın aldığını düşünen azgın güruh vardı. Roma arenalarını aratmayacak bir ortamda Amy'yi yuh sesleriyle, ıslıklarla  linç etmekte bir an bile tereddüt etmediler. Belgrat spor salonunda başlayan linç medyada, sosyal paylaşım düzlemlerinde acımasızca sürdü. Kim bilir biraz hoşgörü Amy'i yaşamda tutabilirdi ama Belgrat konseri onun için sonun başlangıcı olmuştu.( https://www.youtube.com/watch?v=xh_P7_Rkn64)

Amy, kendisini linç edenlerin yaşam boyu yanından geçemeyecekleri başarıları yirmi yedi yıllık yaşamına sığdırdı. Unutulmayacak müzisyenlerin arasına girdi.  Amy, yaşamın yiyip içip, sperm alıp verip bir köşede ölümü beklemekten çok öte boyutları bulunduğunu gösterdi. İnsanların ortak beğenisine seslenebilmenin, yaratmanın en az yaşam kadar değerli olduğunu bir kez daha kanıtladı. O, kendinden önceki birçok sanatçılar  gibi, yaratıcılıkla sıradanlığın bir arada barınamayacağını, çemberin dışına çıkmadıkça zihnin çiçeklenmeyeceğini bir kez daha gözler önüne serdi...

Şimdi onu sonsuzluğa uğurlamaya hazırlanırken, Herakleitos’un sözleri bir kez daha yankılanıyor kulaklarımda. ‘’Her şey ancak karşıtların dünyasından doğar, varlık yokluğu, yokluk varlığı doğurur. Varlık ve yokluk, olmak veya olmamak, yaşamak ve ölmek bir ve aynı şeylerdir. Bunlar aynı şeyler olmasaydı değişerek birbirleri olmaz, yokluk varlığa, varlık yokluğa, ölüm yaşama, yaşam ölüme dönüşemezdi.’’  

Bence, Amy’e karşı son görevimiz, ‘’Will you still love me tomorrow? şarkısını dinlerken ardında bıraktığı bu soruyu içtenlikle yanıtlamak olmalı.  





14 Temmuz 2017 Cuma

Buz Dağı

Neymiş, Antartika'dan,1 trilyon ton ağırlığa sahip olduğu tahmin edilen tarihin en büyük buz dağı kopmuş. Neymiş? 1983-2012 arası, son 1.400 yılın en sıcak 30 yılı olmuş. Neymiş, ABD Paris İklim Anlaşması'ndan çekilmiş. Neymiş, deniz seviyesi bu yüzyılın sonuna kadar 1.50 metre yükselecek bir çok kıyı kenti sular altında kalacakmış...

Siz boş verin bunları! Küresel ısı artarsa evde ofiste açarsınız klimalarınızı serinlersiniz. Varsın, açtığınız klimalar karbon salınımını artırsın, atmosferi daha da ısıtsın. Yine de sıkmayın paşa gönlünüzü. Her derdin bir çözümü var; biraz düşürürsünüz klimalarınızın ısı ayarını bakarsınız keyfinize.

Sakın takmayın kafaya şapkadan başka bir şey! Bol bol yiyin, için sevişin. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar tüketmeye devam edin. Özelikle de bol bol çocuk yapın. Öyle ya, dokuz milyar olmak varken yedi milyar da neymiş?  Sakın kaygılanmayın aç kalır mıyız diye. Bugüne kadar sizin adınıza düşünenler yine bulurlar bir yolunu. Genetiği değiştirilmiş gıdalarla beslerler. Olmadı, biraz daha fazla kimyasal basarlar yediklerinize içtiklerinize. Çiftliklerde yetiştirirler balıklarınızı. GDO'lu mısırdan yapılan yüksek fruktozlu şuruplarla tatlandırırlar meşrubatlarınızı, pastalarınızı keklerinizi. Varsın birileri  kanser vakaları artıyor, kız çocuklarının adet görme yaşı düşüyor diye bağırsın. Bunca insan arasında sizi mi bulacak bu illetler.

Sakın bozmayın keyfinizi!  Bu kadar insan nasıl barınacak diye de kaygılanmayın. Hele, yeşil alanlar azalıyor, deniz dolduruluyor diye ortalığı velveleye  veren bozgunculara hiç kulak asmayın.  Dile kolay, 30 yıl sonra, 9 milyarsınız yani amele bol, köle bol. Çimento tuğla zaten bol... Merak etmeyin, yeryüzünde hava, su tükenir bunlar tükenmez. Çimento, tuğla, amale var geriye helva yapması kalıyor. Varsın ormanlar, su kaynakları azalsın.  Sizin adınıza düşünenler öyle ya da böyle bu sorunlara da bir çözüm bulurlar. Mesela, yok ettikleri ağaçların yerine çim dikerler, lale dikerler, doldurulan kıyıların yerine de fıskiyeli süs havuzları, devasa kanallar,  göletler kondururlar. Düşünsenize; çimlere masanızı sandalyenizi mangalın üzerini de GDO ile beslenmiş hayvanların etlerini atar, yeşilin de mavinin de  keyfini doyasıya sürersiniz.  Varsın sulanan çimlerle, doldurulan havuzlarla enerji ve su tüketimi dolayısıyla da karbon salınımı biraz daha artsın. Bu kadarcık karbondan dünya batacak değil ya.    


Sakın, bu küresel zırvalar nedeniyle bol bol seyahat etmekten yoksun kalmayın. Atlayın, uçaklara, teknelere, arabalara karbon sala sala  dolaşın yerküreyi.  En ücra sahillere, kara parçalarına kadar nüfus edin. Edin ki, denizde, havada, karada kirletmediğiniz tek metrekare kalmasın.  

Güney'de safarilere çıkın, ayaklarınızın altına kaplan postları serin, timsah derisinden yapılma hediyelik eşyalar, aslan pençelerinden dizilmiş kolyeler alın, çeşit çeşit av etlerinin, tropik meyvelerin, her türden egzotik lezzetin tadını çıkarın, gergedan boynuzuyla hazın doruklarında dolaşın. Kuzey'de kürklere bürünün, şömine karşısında ayı postları üzerinde sevişin, balina, fok ve geyik  etinin tadını çıkarın.  Varsın bu güne kadar neslini kuruttuğunuz milyonlarca türe yüz binlercesi daha eklensin. Öyle ya, sizden değerli mi bu mendebur yaratıklar?

Ancak bunları yaparken, insan denen ''düşünen'' varlığın doğa denen yaratıcının s2nde bile olmadığını ara sıra anımsayın. İlk fırsatta bu ihanetin bedelini burnunuzdan fitil fitil getireceğini ve bir gün kökünüze kibrit suyu dökeceğini sakın unutmayın.

Yani, bu safahat her an yarım kalabilir. Benden söylemesi.  





3 Temmuz 2017 Pazartesi

Haset ve Kıskançlık


Sadece düşünceyle kavrayabileceğimiz olguları elle tutulur, gözle görülür kılma mücadelesiyle sürüyor yaşamımız. Ancak yanlış imgelerle kirletilmiş bilincimiz başarı, sevgi, mutluluk gibi soyut kavramları uzlaşıyla somutlaştırmamıza olanak tanımıyor.

Oysa, doğal gelişim döngümüz siyasi, ekonomik özelikle de ailevi kaygılar doğrultusunda mecrasından çıkarılmadıkça içgüdülerin tutsaklığında başlamıyoruz yaşama: Sorgulayarak öğreniyor, bilgiyle kavrıyor, düşünceyle anlamlandırıyor deneyimle içselleştiriyoruz. 

Neden varım?  Yaşamın amacı  nedir? Dünyayı kim yarattı?  Bu sorular, gelişim sürecimizin  özgün soruları, aynı zamanda yanıt veren sayısı kadar farklı yanıtlanan sorular. Bilinçli yaratılan bu kakofoni nedeniyle maalesef çok azımız çocukluk dönemini zehirlenmemiş, açık bir bilinçle tamamlıyoruz. Ardından rekabetin, yarışın başarı için ön koşul olduğunu vaazlarıyla geçen eğitim dönemi başlıyor. Spor, eğitim, oyun, zeka, beden, gibi yüzlerce farklı kulvarda diğerle rekabete koşuluyoruz. Aynı rekabet yakın çevremizde  filancanın eşi, oğlu, kızı, sevgilisi falancanın konumu, arabası, evi, kıyafeti söylenceleriyle sürüp gidiyor. Ve biyo-psiko-sosyal bir dışavurum olan haset ve kıskançlık ''rekabet değer yaratır'' çarpıtması eşliğinde bilincimize kazınıyor.

Diğerle, her ortamda rekabete zorlandığımız bu on yılların sonunda, en ciddi travmamızı  ''başarılı'' denerek parmakla gösterilen insanları yakından tanıyınca yaşıyoruz. Gerçek, çocukluğumuzdaki temelden yanlış anlatılanları mumla aratır çarpıcılıkta gösteriyor kendini. Rekabet  diye önümüze konanın; tilki kurnazlığıyla eşimizi dostumuzu yanıltmaktan,  yılan kıvraklığıyla iş arkadaşlarımızın önüne geçmekten, kapı komşumuzun sırtına basarak yükselmekten ibaret olduğunu görüyoruz. Ne var ki, bu sarsıcı yüzleşmeye rağmen herkesin herkesle ''rekabette'' olduğu bu düzenin içinde rekabet etmeyi sürdürürüz. Sürdürürüz, çünkü, çağ dışı geleneklerin, kadim yalanların çağdaş formlarda tekrar tekrar ısıtılıp, servis edilmesi, herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, bu arenadan ayrılmamızı engelliyor.

Günümüzde haset ve kıskançlığı canlı tutmanın en etkin aracı dijitalazyondur. Dijitilasyon, tüketim ekonomisinden libidonal ekonomiye geçişin katalizörü olmanın yanında, insanın planlı eksik bırakılmışlığını ekonomik kazançlara dönüştüren bir yapı olarak işlev görüyor. Narsisizmin dijital ortamlara uyarlanmış bu formu, bilinç dışını hedef alan gizli (subliminal) mesajlarla, bastırılmış arzuları, ihtirasları, düşmanlıkları, korkuları gün yüzüne çıkarıyor. Libidinal dinamikleri yapılandırıyor. İmrenmeyi, özenmeyi, taklidi kışkırtıyor, En önemlisi de bedenin yargısını aklın yargısının önüne konumlandırarak insanları haset ve kıskançlığın arenalarında tutuyor.
Her gün, her düzlemde  doğrudan ya da örtülü iletilen bu mesajlar son derece açık: İnsan, benliksiz yaşamalıdır.  Kararları, duyumsadığı arzular, koyduğu hedefler özgür istencinin sonuçları olmamalıdır. Haset ve kıskançlığın sürdürülebilirliği adına değer yargıları, diğerin sosyal konumu ve yaşam tarzı üzerinden yapılan kıyaslamalarla şekillenmelidir. İnsan kim olmak istediğine, kimi yaşamak istediğine, dijitalizasyon fonemenleri üzerinden her gün sil baştan karar vermelidir...

Bu nedenledir ki, çağın insanı bir gün bir balıkçı köyünün dinginliğini, ertesi gün metropoldeki robot yaşamını özlemenin çelişkisi içinde debelenir. Bu yüzden, yaşamı süresince peşinden koştuğu mutluluğu kendince  somutlaştıramaz, anlamlandıramaz. Sonunda, mutluluğu, yakın çevresinden daha ''iyi'' yaşamak olarak tanımlamanın kolaycılığına sığınır. Mutluluk sandığı şeyi kör göze parmak sokarcasına teşhir ederek yakın çevresinde yarattığı kıskançlıktan haz alır.  İnsanların %80’inin zengin, %50’sinin ünlü olmak istediği bu dünyada ''başarılı'' insan da ''başarısız'' insan da haset ve kıskançlıktan beslenmek zorundadır. Böylesi bir düzende, varsılken yoksullaşanlara, yüksekten uçarken çakılanlara kimse üzülmez, yoksulken varsıllaşanlara kimse sevinmez. Bu çarpıcı gerçek yüzyıllar boyunca hiç değişmemiştir. Nitekim 17'nci yüzyılın önemli felsefecilerinden biri olan Thomas Hobbes  hasedi;  ''kendimiz gibi insanların refahından duyulan üzüntü'' olarak betimlemiştir. Hobbes'a göre üzüntünün kaynağı gördüğümüz zarar değil refah içinde yaşayan insanların gördüğü yarardır. 

Biliminsanları, üniversiteler, düşüninsanları, sivil toplum kuruluşları ekonomik büyüme veya kişisel çıkar adına ''rekabet değer yaratır'' yalanının ardında durdukça, dijitalizasyon yaşamımıza daha fazla nüfus ettikçe haset ve kıskançlık yaşamın belirleyici duyguları olmayı sürdürecek. Gelecek için önümüzde iki seçenek var; ya ilişkilerimizi haset ve kıskançlığı kışkırtan, başarıyı diğerin yenilgisi üzerine kuran bu düzene uymak ya da başarıyı işbirliği ve dayanışmanın üzerinden sil baştan tanımlayarak ''öteki' nin yerine biz anlayışını egemen kılmak...


29 Haziran 2017 Perşembe

Onur Yürüyüşü ve Stonewall Ayaklanması



Dünya tarihi süresince ezilen tüm kesimler gibi LGBT bireyleri de cinsel yönelimlerini özgürce yaşayabilmek için mücadele etmek zorunda kaldılar. LGBT direnişini resmileştiren ve LGBT Onur Yürüyüşlerinin önünü açan olay STONEWALL direnişidir… 

Eşcinselliğe karşı düşmanlıkla, korkuyla ve cehaletle dolmuş bir toplumda, barlar dışında geylerin, lezbiyenlerin sosyalleşmek için gidebileceği umumi mekanlar yoktu. Ne var ki, barlar, aynı zamanda gey ve lezbiyenlerin polis ve diğer yetkililerce taciz edildikleri aşağıladıkları yerler anlamına da geliyordu.

Stonewall New York'da, karanlık, 2 içki tezgahı bir müzik kutusu bulunan, sokakta yaşayan geylerin, çarka çıkan adamların ve çene çalan lezbiyenlerin bir araya geldiği bir bardı. Musluğu bile bulunmayan  barda bulaşıklar içinde deterjanlı su bulunan bir leğende yıkanıyordu. O dönemde geylere hizmet veren birçok yerde olduğu gibi barın sahibi Şişko Tony mekanın şehir yasalarına ihlal gerekçesiyle kapatılmaması için polislere rüşvet vermek zorundaydı.

28 Haziran 1969 da  müfettiş Seymour Pine'nın başını çektiği birkaç polis Stonewall'un içki ruhsatı bulunmadığı bahanesiyle o gece barı mühürleyip, patronu tutuklayabileceklerini düşündü. Polisler içerideki erkek ve kadınları sıraya dizip, kimlik kontrolü yaptıktan sonra tutuklama hazırlıklarına giriştiler. Bar içinde küstah atışmalarla  tutuklama hazırlıkları sürerken barın önünde insanlar toplanmaya başladı.  Stonewall'un içindeki tacizin dozu artıkça  barın dışındaki karnaval havası etkin bir öfkeye dönüştü ve başlayan olaylar sokaklara yayıldı. Şehir yetkilileri hızla büyüyen olaylara bir süre sonra 2 bin çevik kuvvet polisiyle müdahale etti ancak polis direnen insanları dağıtamadı. Bir sonraki akşam, daha çok sayıda gey, lezbiyen, travesti ve trans neler olacağın görmek, bir gece önceki keşmekeşe şöyle bir bakmak ve yıllardır kendilerini döven, aşağılayanlardan intikam almak için sokaklara çıktı. Polisler bir avuç gay, lezbiyen tarafından yerin dibine geçirilmenin utancıyla her akşam Christopher Caddesini isyancılardan arındırmak için geri döndü. Ancak, caddeyi ele geçiremedi ve 28 Haziranda başlayan olaylar  2 Temmuza  kadar sürdü.

Stonewall olayları, LBGT'lerin  20 yıl içinde damlaya damlaya biriken öfkelerinin bir anda patlamasıydı. Stonewall'u daha önceki LBGT eylemlerinden ayıran şey; olayların  bir sokak hareketinin  boyutunu aşan sonuçlara yol açması ve LBGT aktivizmine yeni bir ivme kazandırması oldu.  Bu nedenle Stonewall isyanı örgütlü LBGT aktivizminin doğuşu olarak değerlendirilir.



İlk onur yürüyüşü, 28 Haziran 1970 de tarihinde, Stonewall ayaklanmalarının birinci yıldönümünde yapıldı (Christopher Street Liberation Day).  New York Times’ın ön kapağında yayımladığı röportaja göre yürüyüşçüler yaklaşık 15 sokağın tamamını doldurmuşlardı. O yıl onur yürüyüşü eş zamanlı olarak Los Angeles ve Şikago’da da gerçekleştirildi. Ertesi yıl, Boston, Dallas, Milwaukee, Londra, Paris, Batı Berlin ve Stokholm’da 1972’de ise Atlanta, Buffalo, Detroit, WashingtonD.C. , Miami ile Philadelphia, onur yürüyüşlerine ev sahipliği yapan kentler arasına girdi.

Onur yürüyüşlerinin başlamasının üzerinden yaklaşık 50 yıl geçti. Bugün, onur yürüyüşleri Türkiye gibi antidemokratik ülkeler dışındaki tüm ülkelerde serbestçe yapılıyor. İnsanlar sokağa çıkarak cinsel yönelimlerini özgürce ifade edebiliyor. 

Yararlanılan Kaynaklar;
1) Cinsellik ve Sosyalizm Sherry Wolf, Sel yayınları

2) http://gzone.com.tr/lgbt-direnisini-resmilestiren-ayaklanma-stonewall/