24 Mart 2015 Salı

Neden Aile Holdingleriyle Olmaz?








Tek kişi işletmesi konumunda faaliyet gösteren şirket sahipleri dışında hiçbir patron ‘’şirketin sahibi benim, burayı keyfimce yönetirim, insanları dilediğim koşullar altında çalıştırırım’’ deme hakkına sahip değil. Çünkü kişinin mutluluğu, çalışma koşulları, yaşamı ve insani gereksinimlerini karşılama düzeyi en az girişim özgürlüğü, mülkiyet hakkı kadar toplumsal bir olgu. Dolayısıyla ülke kaynaklarıyla  edinilen sermayenin kullanım şekli üzerinde en az sermaye sahipleri kadar toplumun da söz söyleme hakkı var. 

Bugün sürdürülebilir rekabet üstünlüğü doğrudan şirketlerin marka , teknoloji yaratabilme yetkinliğine bağlı.  Yani refah toplumuna giden yol markaları küresel düzlemde başarıyla rekabet eden, yenilik, teknoloji , trend yaratabilen bir ekonomi inşa etmekten geçiyor. Peki, Ülkenin refah düzeyinin yükseltilmesi bağlamında  kritik bir öneme sahip Türk İş Dünyası bugünkü yapısıyla böylesine ciddi bir sorumluluğu üstlenebilecek yetkinlikte mi?  

Bugün, bu soruya, ''evet'' yanıtı vermek ne yazık ki olası değil.  Aile holdingleri ve bu holdinglerin  kontrolü altındaki şirketler; ne faaliyet alanları, ne marka portföyleri, ne yönetim kalitesi  ne entelektüel birikim  ne de yönetsel yetkinlik bağlamında bu misyonu yerine getirebilecek yeterlilikteler. Yıllar önce, küresel markalara sahip birer çokuluslu şirkete dönüşmüş olmaları gereken birçok aile holdingi hala yabancı şirketlerin, bayisi, dağıtıcısı, küresel şirketlerin montajcısı fasoncusu veya yerel ortağı olmanın ötesine geçebilmiş değil. Bu yapıların büyük çoğunluğu hala yüksek ülke nüfusunun yarattığı tüketim potansiyeli üzerinden para kazanmanın kısır döngüsü içindeler. Gelişmiş ekonomilerin çoktan tasfiye ettiği iş kollarında faaliyet göstermeyi; termik santral, alışveriş merkezi inşa etmeyi, perakendeciliğe, mağazacılığa, tekstil, demir çelik, gıda, inşaat sektörlerine yatırım yapmayı girişimcilikle özdeş tutuyorlar. Kan bağıyla koltuk devşirmiş aile holdinglerini  yönetenler; dün, sanayi devriminin arkasında yatan sosyal, kültürel, ekonomik dinamikleri hangi nedenle kavrayamadıysa bugün de bilgi çağının arka planını aynı nedenle kavrayamıyor. 

Bilgi işçilerinin ve bilginin kılavuzluğunda yeni bir küresel  ekonomik yapı şekillenirken, ''kalıtsal liderler''in boyunduruğudaki birçok şirket  sürekli kaynakların yetersizliğinden yakınarak ülke ekonomisini  aşılması çok zor bir paradoksun içine çekiyor. Bu sözde girişimciler kurumsallaşmak, yönetimde aklı, bilgiyi, yetkinliği egemen kılmak, çağdaş iş organizasyonları inşa etme yerine devletten yardım, teşvik, kayırma dileniyorlar. Uzak görüş yoksunluklarıyla, bilgisizlikleriyle neden oldukları ekonomik sonuçların bedelini genç beyinlere ödetiyor, kendi gelecekleriyle birlikte ülkenin geleceğini de hoyratça tüketiyorlar. Okumayan, yazmayan, araştırmayan, efendisinin vesayetine muhtaç dalkavuk yöneticilerin devrinin onlarca yıl önce kapandığını göremiyorlar. Büyük başarıların, dönüşümlerin arkasında varsaydıkları gibi para babası patronların, yüksek mali kaynakların, karizmatik yöneticilerin bulunmadığını anlayamıyorlar. Başarı, refah ve zenginliğin en az  sermaye kadar idealist, sıra dışı bilgi işçilerinin ve özgür aklın üstünlüğünü benimsemiş organizasyonların varlığına bağlı olduğunu kavrayamıyorlar. Piyasa değeri Türkiye'nin en büyük on sanayi kuruluşunun toplam değerinden çok daha yüksek olan Facebook’un bir avuç genç üniversite öğrencisi tarafından yaratılmasının arkasındaki anlamı keşfedemiyorlar.

Eğer Türkiye, bir refah toplumuna dönüşme hedefinde samimiyse atması gereken ilk adım: ''İş nedir?'' ''Çalışan, patron, girişimci, yöneten, yönetilen kimdir?''  Yönetenlerin kendilerine, astlarına üstlerine topluma karşı sorumlulukları nelerdir?'' sorularını toplumsal bir uzlaşıyla yeniden yanıtlamak zorunda. İş dünyası, sahte yaldızın altındaki kiri pası temizlemek, mevcut ataerkil yapıyı evrensel iş anlayışının ölçütleriyle yeniden yapılandırmak zorunda. 

Bu bakış açılarıyla inşa edilecek yeni ekonomik düzende: 

1) Ülke kaynaklarını kısa vadeli, vurgun peşindeki cahil insanlar yerine uzak görüşlü, bilgili, yetkin, üretici, yani desteklenmeyi gerçekten hak eden girişimcilere kullandırılmalıdır. 

2) Katma değeri yüksek iş alanlarına yatırım yapma, küresel markalara sahip organizasyonlar inşa etme, araştırma geliştirmeye kaynak ayırma patronların keyfiyetine bağlı kararlar olmaktan çıkarılmalıdır.

3) Şirketler liyakatsiz akrabaların çiftliği olmaktan kesinlikle kurtarılmalı. İnsanı, ortak aklı, yetkinliği, yenilikçiliği, yaratıcılığı ve evrensel iş öğretilerini önceleyen bir iş kültürünü egemen kılınmalıdır.

Toplumun refahıyla iş dünyasının beklentileri arasındaki kurulacak böylesi bir koşutluk, aile şirketlerinin küresel markalara sahip çağdaş,kurumsal yapılara dönüşme doğrultusunda kullanacakları ulusal kaynaklara meşruluk kazandırması bağlamında son derece önemli.


On milyonlarca insanın refahı, geleceği  aile holdinglerindeki akraba oligarşisinin ellerine teslim edilmeyecek kadar değerli.   

Dinç Alkın

18 Mart 2015 Çarşamba

Batılı Burjuva İle Türkiye'deki Sözde Seçkin Arasındaki Temel Ayrımlar










Werner Sombart, yirminci yüzyılın başlarında kaleme aldığı "Modern Ekonomi Dönemine Ait İnsanın Ahlaki ve Entelektüel Tarihine Katkı" adlı kitabında Kapitalizmin şafağında yer almış insanların amacının; insanın yaşamasına hizmet etmek olduğunu vurgular. Ona göre, ilk burjuvaların etkinliklerini belirleyen temel güdü; bu insanların, kendi çıkarları kadar diğer insanların çıkarlarına yaşamsal bir önem atfediyor olmalarıdır. 

Doğan Avcıoğlu,  burjuva ideologlarının en az hümanist oldukları kadar devrimci olduklarını şu argümanlarla desteklemişti: ''Büyük klasik ekonomistlerin liderliğini yaptıkları hareketin hedefi; hızlı kalkınmaya elverişli, gerçekçi sosyal ve ekonomik bir düzenin kurulmasıydı. Var olan feodal düzeni, rasyonel olmadığı, üretim güçlerinin serbestçe gelişmesini ve hızlı kalkınmayı engellediği için şiddetle eleştirmekte, kapitalizmi  düzenli kalkınmayı gerçekleştireceği için savunmaktaydılar.''  

Adam Smith, kral ve memurlarının ‘’ verimli olmayan’’ işçiler olduğunu vurgulamış ve lord’ların harcamalarının genellikle üreten insanları değil aylakları beslediğini belirtmişti. Ricardo’ya göre ise; büyük arazilere sahip feodal Lord’un çıkarları, sanayici ve tüketicinin çıkarlarına daima karşıydı. Bu nedenle Ricardo üretim süreçlerine katkısı bulunmayan, ancak ekonomik fazlanın önemli bir kısmına el koyan ve lüks tüketimle israf eden parazit arazi sahibi feodal lordlara karşı kapitalist sınıfı mücadeleye çağırmaktaydı. Gerçek şu ki; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’’ düşüncesini savunan liberal ekonomistler düzen değişikliğinin savunucularıydı. Liberalizmi dolayısıyla da kapitalizmi  kaynakların akılcı bir biçimde kullanılmasını sağlayacağı, hızlı gelişmeyi gerçekleştireceği, en az kaynak israfıyla en fazla gelişmeyi sağlayacağı için savunuyorlardı.  

Gerçekten de Burjuva Sınıfı; aristokrasi, kilise, feodalite gibi gerici yapılara karşı verilen savaşın fikri altyapısını hazırlamakla kalmamış bu mücadeleye liderlik de etmiştir. Bu sürecin sonucu olan Rönesans (yeniden doğuş) ve onun eseri aydınlanma Ortaçağ'dan çıkışın kapılarını aralamıştır. Burjuva sınıfı pozitif bilimlerin gelişmesine verdiği önemle dogmalarla, hurafelerle tutsak alınmış insan aklının özgürleştirilmesine önemli katkı sağlamıştır. İlk burjuvalar, zenginliği sadece pervasız tüketimin bir aracı olarak görmemişler sanata ve düşünsel üretime, bilim ve akla verdikleri destekle ekonomik dönüşümün yanı sıra  sosyokültürel bir devrim gerçekleştirmişlerdir. Evet, bu süreç sömürü ve gözyaşı ile doludur. Evet, insanlar karın tokluğuna çok kötü koşullarda çalıştırılmıştır. Evet, emek acımasızca sömürülmüştür. Ancak sömürüyle varsıllaşan burjuva; ülkemizde olduğu gibi gerici güçlerle işbirliği yapmak yerine sanat ve bilimle kol kola girmiş, yaratıcı aklın, bilimin yeşereceği yepyeni bir toplumsal düzen yaratmıştır.

Farklı kültürel, sosyal ekonomik dinamiklerin yarattığı özgün koşulların sonucu olarak  Türkiye'de Batılı Burjuva benzeri bir zümre asla ortaya çıkmadı. Türkiye, bürokrasi eliyle ve halkın parasıyla ''yerel burjuva'' yaratma yolunu seçmek zorunda kaldı. Ülke kaynaklarının, girişimci oldukları varsayılan insanların cebine konmasıyla hedeflenen; haz düşkünü tatminsiz patronların lüks tüketim harcamalarını finanse etmek, güç ya da itibar gereksinimlerini karşılamak değildi. Bu politikayla amaçlanan,  girişimcilerin sermaye biriktirmeleri, biriken sermayenin yatırımlara dönüşmesi, istihdam yaratması. dışa bağımlılığının azaltılması dolayısıyla da ülkenin kalkınmasıydı.  Ne var ki, umulan sonuçlara hiçbir zaman ulaşılamadı. Çünkü sermayedar olarak seçilen insanların (siyasi yandaşlar) bu hedefi gerçekleştirmek için gerekli yetkinliğe sahip olup olmadıkları ne bugün ne de geçmişte sorgulandı. Bilinçli yapılan bu hata nedeniyle ülke kaynakları  bilgili, yetkin, vizyon sahibi girişimciler yerine uzak görüş yoksunu, dünyadan, insandan, ekonomiden bihaber cahil bir zümrenin cebine akıtıldı.

Bu politika birilerinin eşek semerini altına, bakkalını süpermarkete dönüştürdü ama hiçbir zaman Batı'daki anlamıyla bir burjuva sınıfı yaratamadı. Onlardan Kapitalist olmaları istenmişti, ama bu insanlar ne kapitalizm ne  onun yaratıcısı olan burjuva sınıfı ne de liberalizm hakkında bir fikre sahiptiler. Halkın parasıyla zenginleştirileler  yüz yıl süresince, hakkında hiçbir fikre sahip olmadıkları bir varlığa (burjuvaya) dönüşmeye çalıştılar. Son tahlilde cahillerden oluşan bu zümre, Batılı Burjuva'nın aksine kendi refah düzeyiyle birlikte toplumun da refahını yükseltme sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmedi. Sosyal, ekonomik, kültürel değişime öncülük edemedi. İzlenen stratejiler ulusal burjuva sınıfı yaratmak yerine, evrensel iş öğretilerinden habersiz, sadece kişisel çıkarlarına odaklı, sürekli devletten nemalanan yeryüzünde eşi benzeri bulunmayan bir sermayedar tipi yarattı.


Bu gün hala değişen bir şey yok. Hala devlet, birilerin cebine halkın parasını sermaye olarak koymaya devam ediyor. Günün zenginleri tıpkı dünün zenginleri gibi evrensel iş öğretilerinden bihaberler. Uygarlığa hala, Batı'nın kültürünü reddet bilimini al perspektifinden yaklaşıyorlar. Dışarıdan devşirilerek çalışma yaşamına, ekonomiye uyarlanmaya çalışılan sistemlerin, stratejilerin umulandan tam tersi sonuçlar yaratmasının temel nedeni de bu bilgisizlikten başka bir şey değil.  Plaza esnafı zihniyetindeki patronlar ve onların kapı kulu yönetici elitleri sermayenin bir kişisel itibar aracı olduğu kadar  sosyal, siyasi, kültürel dönüşüme öncülük eden bir katalizör olduğunu hala kavrayamıyorlar.

Zaman hızla akıyor, birbiri ardına nesiller yitip gidiyor. Bu zümre, sermaye sahipliğiyle yönetme yetkinliği arasındaki derin ayrımları, sosyal sorumluluklarının kendilerine yüklediği  toplumsal işlevleri artık görmek zorunda. Ancak böylesi bir farkındalık; kısıtlı ülke kaynaklarının, kimlere hangi hedefleri gerçekleştirme karşılığında aktarılacağı üzerinde toplumsal bir uzlaşı sağlayabilir. Ancak böylesi bir farkındalık, küresel rekabet stratejilerini birer toplumsal projeye dönüştürebilir ve teknoloji üretimi, küresel markalar, şirketler yaratmanın önündeki mevcut engelleri kaldırabilir.

 

16 Mart 2015 Pazartesi

İnsan Manzaraları



Sürekli bir dışa dönüklük, sürekli ilişkiye hazır olma, sevişmeden duramama hali. Seviştikçe acıkma, acıktıkça sevişme, geçmişi anla aşma hali. Benzer duvarlara tekrar tekrar çarpma, herkesin herkesle, her an sevgisiz bütünleşebileceğine inanma hali. 

Kendiyle baş başa kalamama, kendiyle zaman geçirememe hali.  Kendine yalan söylemenin bir yaşam şekline dönüşmesi, sıradışılığa tahammülsüzlük, farklı olanı yerden yere vurma, ulaşılamayanı putlaştırma, ulaşılabilir olanı yadsıma hali.

Okumaktan bilgiden kaçış, okuduğunu anlayamama; odaklanma, dinleme, düşünme yoksunluğu hali . Kelimelerin, betimlemelerin, mecazların, cümlelerin ardındaki anlamı kavrayamama hali. Binlerce yıllık yalanlarla kirlenmiş zihnin bilgi kırıntılarıyla yaşamı anlamlandırmak için harcadığı insan üstü çaba ve  bu uğraşın verdiği bıkkınlık, yorgunluk, vazgeçiş hali... 

Anlatmak, paylaşmak, keşfetmek, aşmak, dönüşmek yerine yalanlarla, çarpıtmalarla nevrozlarla, öfke patlamalarıyla gerçeklerden kaçma hali... Düşünmeden eyleme geçme, arzulanan her değere her insana anda  sahip olma, öznel nesnel her şeyi tüketme hali.

Ölçüsüz bir basiretsizlik, sahte bir pozitiflik, zorlamalı bir mutluluk hali. Sevgi cümlelerine, hediye almaya, yüceltilmeye karşı doymak bilmez bir açlık, bir tür övgü dilenciliği hali.

Yitip gitmişlik, kandırılmışlık, kullanılmışlık hali. Yalana başvurma; çarpıtma, gerçeği eğip bükme benlikten kaçışın bir yaşam şekline dönüşmesi hali...  Kim olduğuyla yüzleşmekten kaçma; derin bir kimlik bunalımıyla olmadığı birine dönüşme hali. Sergilenen kişilikle gerçek kişilik arasına sıkışma hali. Statüler, rol modeller, kurumlar, gruplar, simgeler, beden, üzerinden kendini var etme hali. 

Yani, tam bir hiçlik hali.


11 Mart 2015 Çarşamba

Gönüllü Kulluk

"Bir kişinin binlercesi karşısındaki cesaretine şaşırıyoruz da, binlercesinin bir kişi karşısındaki korkaklığına neden şaşırmıyoruz? Üstelik savaşmaya bile gerek yokken, bu zorbanın elinden bir şey almaya çalışmak yerine, ona başta bir şey vermemek bu kadar kolayken? Nasıl olur da bu kadar insan, kendilerinin verdiği güçten başka bir güce sahip olmayan, sadece  katlanmaya razı oldukları ölçüde kendilerine zarar verebilecek olan bir tirana  boyun eğer. Hey yüce Tanrım! Nasıl garip bir durumdur bu? Bunu nasıl adlandırabiliriz. Nedir bu talihsizliğin doğası? Nasıl bir ahlaksızlıktır bu, nasıl bir rezalet? Sayısız insanın sadece itaat etmekle kalmayıp, köleliğe sürüldüğünü görmek mi diyelim? Yönetmek değil de zulmetmek mi?

Yoksul, perişan ve akılsız halklar, uluslar, kendi yararınıza olanı görmemekte direnen sizlersiniz! Kendi gözlerinizin önünde gelirinizin en önemli bölümünden yoksun bırakılıyorsunuz, tarlalarınız yağmalanıyor, evleriniz soyuluyor. Öyle bir hayat sürüyorsunuz ki, kendinizin olduğunu iddia edebileceğiniz tek bir şeyiniz yok; görünen o ki, malınız mülkünüz, aileniz ve bizzat hayatınız size ödünç verildiği için şanslı olduğunuzu düşünüyorsunuz. Üzerinizde bu yolla egemenlik kuran bu düşman iki göze, iki ele, sadece bir vücuda sahip, kentlerinizde yaşayan sayısız insan içinden en önemsizinizin sahip olduğundan daha çoğuna değil.

Eğer siz kendiniz vermiyorsanız, sizi gözetlemeye yetecek kadar gözü nereden buluyor? Eğer sizden ödünç almıyorsa onları, size vurabilmek için nasıl bu kadar çok kolu olabilir?

Nereden buluyor şehirlerinizi ezip geçen ayakları, onlar sizin kendi ayaklarınız değilse eğer?

Size saldırmaya nasıl cüret edecekti, siz ona hiç destek vermeseydiniz eğer?

Ne yapabilirdi size, sizi yağmalayan bu hırsıza göz yummuş olmasaydınız, sizi öldüren katilin suç ortakları olmasaydınız, siz olmasaydınız kendine ihanet edenler?

O yağmalayabilsin diye kendi tarlanızı ekiyorsunuz, ona talan edeceği mallar verebilmek için evinizi kurup döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvetini tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz; bildiği en büyük ayrıcalığı belki onlara bağışlar diye büyütüyorsunuz çocuklarınızı. O keyfine baksın, iğrenç zevkleri içinde kendini sefahate versin diye bedenlerinizi ağır işlere teslim ediyorsunuz. Kurtarabilirsiniz kendinizi, denerseniz eğer, eyleme geçerek değil, sadece özgür olmayı isteyerek. Artık ona hizmet etmemeye karar verdiğinizde özgür olacaksınız. Ellerinizi tiranın üstüne koyup onu devirmeniz değil sizden istediğim, onu artık desteklememeniz sadece. O zaman, onu seyreden siz olacaksınız, tabanı kopmuş, kendi ağırlığından düşüp parçalara ayrılmış azametli bir heykel gibi!''
.
Michel de Montaignein dostu, sırdaşı, özel sekreteri Étienne de La Boétie'ye ait bu saptamalar günümüz için söylenmiş izlenimi uyandırıyor insanda. Sadece 33 yıl yaşamış Étienne de La Boétie. Yaşamı süresince sadece bir kitap yazmış. Mehmet Ali Ağaoğulları'nın Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev ismiyle Türkçeye çevirdiği kitap İmge kitapevi tarafından basılmış. Étienne de La Boétie, henüz 22 yaşında Fransa'da University of Orleans'ta bir hukuk öğrencisiyken kaleme aldığı bu deneme ölümünden yaklaşık 11 yıl sonra yayınlanmış. 

Gerçekten de insanlık asırlardır aynı sorunlarla boğuşuyor. Teknoloji ilerliyor, zaman değişiyor, mekanlar değişiyor ama insanın insanla, yönetilenin yönetenle ilişkisinde yaşadığı sorunlar yüzyıllar geçse de değişmiyor. Peki neden? Neden bile bile kötü düzenlerin, kötü yöneticilerin, kötü sistemlerin savunucusu olmaya, yanlışın yanında  yer almaya devam ediyoruz? Neden sorunları çözmek yerine onları geleceğe taşıyor, değişip dönüşemiyoruz, yanlışların kölesi olmayı sürdürüyoruz.  Kanımca bu sorun önemli oranda insanın öleceğini bilen bir varlık olması ve  yaşam süresinin evrenin yaşı dikkate alındığında saniyelerle bile ifade edilemeyecek kadar kısa olmasından kaynaklanıyor. İnsanı uyruklaştırarak ona hükmetmek isteyen yönetici sınıflar bu gerçeğin farkında. İnsanın geçmişten geleceğe uzanan bir perspektiften yaşamı, varoluşunun anlamını keşfetmesini engelleme uğraşının ardında da bu farkındalık yatıyor. Öyle ki, olguları neden sonuç ilişkisi ve doğru verilerle analiz etmekten yoksun bırakılmış bir zihnin yeryüzünde olup biteni, varoluşun anlamını, yanlışı doğruyu kavraması neredeyse olanaksız. İşte tam da bu nedenle, geçmişte yaşanılanların, düşünülenlerin üzeri özenle örtülüyor. Dün zorbalıkla köleleştirip bugün ücretle robotlaştırdıkları insanlığı geçmişinden, doğasından, yaşamın gerçekliğinden koparıyorlar. Yaratıklaştırıyorlar. İnsani varoluşun anın keyfini çıkartmakla  eşdeğer olduğuna inandırmak istiyorlar bizi. Geçmişi kapsamayan bir bakış açısının günü anlamayı, geleceği öngörmeyi  olanaksız kılacağını kavrayamayacak kadar cahil olmamızı istiyorlar bizden.  Öyle ki, binlerce özdeyiş, milyonlarca ticari ileti, kişisel gelişim, mutluluk kitapları, yaşam koçları; bize, anı yaşamamızı, anın keyfini çıkarmamızı vazediyor. İnsani varoluş; yemek, içmek, sevişmek, eğlenmek sahip olmak edimleri içine hapsediliyor. Çevremizde bunlar olup biterken çok azımızın usuna düşünmekten, analiz etmekten, sentez yapmaktan, sorgulamaktan yoksun bir yaşam formunun insani olamayacağı gerçeği geliyor. Hepsinden daha kötüsü ise, kısa erimde bir değişimin yaşanma olasılığının bulunmadığı bilmek. Umuttan yoksun kalmak. Evet, umutsuzum ama umutsuzluk susmayı gerektirmiyor. ''Biz böyle eğilmezdik çocuklar olmasaydı...'' demiş Behçet Necatigil. İyi güzel demiş de; eğilmek, yüzleştiğimiz bunca iğrençlikle akıl dışılıkla erdemsizlikle çocuklarımızın da yüzleşmesi anlamına gelmiyor mu?  
21. Yüzyılda hak ettiğimiz bu mu?