"Bir kişinin binlercesi karşısındaki cesaretine
şaşırıyoruz da, binlercesinin bir kişi karşısındaki korkaklığına neden
şaşırmıyoruz? Üstelik savaşmaya bile gerek yokken, bu zorbanın elinden bir şey
almaya çalışmak yerine, ona başta bir şey vermemek bu kadar kolayken? Nasıl
olur da bu kadar insan, kendilerinin verdiği güçten başka bir güce sahip
olmayan, sadece katlanmaya razı
oldukları ölçüde kendilerine zarar verebilecek olan bir tirana boyun eğer. Hey yüce Tanrım! Nasıl garip bir
durumdur bu? Bunu nasıl adlandırabiliriz. Nedir bu talihsizliğin doğası? Nasıl
bir ahlaksızlıktır bu, nasıl bir rezalet? Sayısız insanın sadece itaat etmekle
kalmayıp, köleliğe sürüldüğünü görmek mi diyelim? Yönetmek değil de zulmetmek
mi?
Yoksul, perişan ve akılsız halklar, uluslar, kendi
yararınıza olanı görmemekte direnen sizlersiniz! Kendi gözlerinizin önünde
gelirinizin en önemli bölümünden yoksun bırakılıyorsunuz, tarlalarınız
yağmalanıyor, evleriniz soyuluyor. Öyle bir hayat sürüyorsunuz ki, kendinizin
olduğunu iddia edebileceğiniz tek bir şeyiniz yok; görünen o ki, malınız
mülkünüz, aileniz ve bizzat hayatınız size ödünç verildiği için şanslı olduğunuzu
düşünüyorsunuz. Üzerinizde bu yolla egemenlik kuran bu düşman iki göze, iki
ele, sadece bir vücuda sahip, kentlerinizde yaşayan sayısız insan içinden en
önemsizinizin sahip olduğundan daha çoğuna değil.
Eğer siz
kendiniz vermiyorsanız, sizi gözetlemeye yetecek kadar gözü nereden buluyor? Eğer
sizden ödünç almıyorsa onları, size vurabilmek için nasıl bu kadar çok kolu
olabilir?
Nereden buluyor şehirlerinizi ezip geçen ayakları, onlar sizin kendi
ayaklarınız değilse eğer?
Size saldırmaya nasıl cüret edecekti, siz ona hiç destek
vermeseydiniz eğer?
Ne yapabilirdi size, sizi yağmalayan bu hırsıza göz yummuş olmasaydınız, sizi öldüren katilin suç ortakları olmasaydınız, siz olmasaydınız kendine ihanet edenler?
O yağmalayabilsin diye kendi tarlanızı ekiyorsunuz, ona
talan edeceği mallar verebilmek için evinizi kurup döşüyorsunuz; kızlarınızı
onun şehvetini tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz; bildiği en büyük ayrıcalığı
belki onlara bağışlar diye büyütüyorsunuz çocuklarınızı. O keyfine baksın, iğrenç zevkleri içinde kendini sefahate versin diye bedenlerinizi ağır işlere
teslim ediyorsunuz. Kurtarabilirsiniz kendinizi, denerseniz eğer, eyleme
geçerek değil, sadece özgür olmayı isteyerek. Artık ona hizmet etmemeye karar
verdiğinizde özgür olacaksınız. Ellerinizi tiranın üstüne koyup onu
devirmeniz değil sizden istediğim, onu artık desteklememeniz sadece. O zaman,
onu seyreden siz olacaksınız, tabanı kopmuş, kendi ağırlığından düşüp parçalara
ayrılmış azametli bir heykel gibi!''
.
Michel de
Montaignein
dostu, sırdaşı, özel sekreteri
Étienne
de La Boétie'ye ait bu saptamalar günümüz için söylenmiş izlenimi
uyandırıyor insanda. Sadece 33 yıl yaşamış Étienne de La Boétie.
Yaşamı süresince sadece bir kitap yazmış.
Mehmet Ali Ağaoğulları'nın Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev ismiyle Türkçeye
çevirdiği kitap İmge kitapevi tarafından basılmış. Étienne de La Boétie, henüz 22
yaşında Fransa'da University of Orleans'ta bir hukuk öğrencisiyken kaleme
aldığı bu deneme ölümünden yaklaşık 11 yıl sonra yayınlanmış.
Gerçekten
de insanlık asırlardır aynı sorunlarla boğuşuyor. Teknoloji ilerliyor, zaman
değişiyor, mekanlar değişiyor ama insanın insanla, yönetilenin yönetenle
ilişkisinde yaşadığı sorunlar yüzyıllar geçse de değişmiyor. Peki neden? Neden bile
bile kötü düzenlerin, kötü yöneticilerin, kötü sistemlerin savunucusu olmaya,
yanlışın yanında yer almaya devam ediyoruz?
Neden sorunları çözmek yerine onları geleceğe taşıyor, değişip dönüşemiyoruz, yanlışların kölesi olmayı sürdürüyoruz. Kanımca
bu sorun önemli oranda insanın öleceğini bilen bir varlık olması ve yaşam süresinin evrenin yaşı dikkate
alındığında saniyelerle bile ifade edilemeyecek kadar kısa olmasından
kaynaklanıyor. İnsanı uyruklaştırarak ona hükmetmek isteyen yönetici sınıflar bu
gerçeğin farkında. İnsanın geçmişten geleceğe uzanan bir perspektiften yaşamı,
varoluşunun anlamını keşfetmesini engelleme uğraşının ardında da bu farkındalık
yatıyor. Öyle ki, olguları neden sonuç ilişkisi ve doğru verilerle analiz
etmekten yoksun bırakılmış bir zihnin yeryüzünde olup biteni, varoluşun
anlamını, yanlışı doğruyu kavraması neredeyse olanaksız. İşte tam da bu nedenle,
geçmişte yaşanılanların, düşünülenlerin üzeri özenle örtülüyor. Dün zorbalıkla köleleştirip
bugün ücretle robotlaştırdıkları insanlığı geçmişinden, doğasından, yaşamın gerçekliğinden
koparıyorlar. Yaratıklaştırıyorlar. İnsani varoluşun anın keyfini çıkartmakla
eşdeğer olduğuna inandırmak istiyorlar bizi. Geçmişi kapsamayan bir bakış
açısının günü anlamayı, geleceği öngörmeyi olanaksız kılacağını kavrayamayacak
kadar cahil olmamızı istiyorlar bizden. Öyle
ki, binlerce özdeyiş, milyonlarca ticari ileti, kişisel gelişim, mutluluk
kitapları, yaşam koçları; bize, anı yaşamamızı, anın keyfini çıkarmamızı
vazediyor. İnsani varoluş; yemek, içmek, sevişmek, eğlenmek sahip olmak
edimleri içine hapsediliyor. Çevremizde bunlar olup biterken çok azımızın usuna
düşünmekten, analiz etmekten, sentez yapmaktan, sorgulamaktan yoksun bir yaşam
formunun insani olamayacağı gerçeği geliyor. Hepsinden daha kötüsü ise, kısa
erimde bir değişimin yaşanma olasılığının bulunmadığı bilmek. Umuttan yoksun kalmak.
Evet, umutsuzum ama umutsuzluk susmayı gerektirmiyor. ''Biz böyle eğilmezdik
çocuklar olmasaydı...'' demiş Behçet Necatigil. İyi güzel demiş de; eğilmek,
yüzleştiğimiz bunca iğrençlikle akıl dışılıkla erdemsizlikle
çocuklarımızın da yüzleşmesi anlamına gelmiyor mu?
21. Yüzyılda hak ettiğimiz bu mu?