26 Nisan 2017 Çarşamba

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu İstifa Etmelisiniz (2)









Partisini bir yıl önce kurmuş, siyasette değişim diyerek daha dün yola çıkmış, 39 yaşındaki bir siyaset adamı, Emmanuel Macron Fransa'da başkanlık koltuğuna oturacak. Fransa'da bunlar yaşanırken, biz yılardır iktidara gelme olasılığı bulunmayan siyasi bir ''lider''den medet umuyoruz. Siyasi yaşamında başarısı bulunmayan, girdiği her seçimi kaybetmiş Kılıçdaroğlu 10 milyonların yıllarca çektiği kahrı hiçe sayan bir pişkinlikle koltuğunda oturuyor. O, koltuğunda otururken; onun başarısızlığının bedelini gençler, gazeteciler, akademisyenler ödüyor.  

Milyonlar bedel öderken CHP'nin tabanı tavanı, milletvekilleri belediye başkanları, delegeleri üyeleri yönetme ve liderlik etme yetkinliğinden yoksun Kemal Kılıçdaroğlu'nu içlerine nasıl sindirebiliyor? Haklı olarak iktidarın liyakatsizliğinden dem vuranlar konu  kendi liderinin liyakatsizliğine geldiğinde neden hem kör hem sağırlar? Öyle ki, lider varsaydıkları kişi, adeta ''dil düşünceyi, düşünce dili üretir'' tezinin yaşayan kanıtı. Beyefendi 500 kelimeyle konuşuyor, 7 senedir aynı cümleleri tekrarlayıp duruyor. Doğal olarak ne düşünce üretebiliyor ne de strateji çizebiliyor. Kim ne dersin desin, ortalama eğitim süresi 6 yıl olan bir halk; veri çözümleyerek, eğilim analizlerine trend grafiklerine bakarak, karşılaştırmalı sonuçları irdeleyerek seçim yapmaz. İster kabul edelim ister yadsıyalım; eğitim düzeyi düşük toplumlar için söz ve söylem her şeydir. Hele, uzun yıllar muhalefette kalmış, anlatacak icraatı olmayan bir siyasal harekette sözün gücü iktidara sahip olmanın tek ve en etkili aracıdır.

Kimse, referandumda halkın elinden alınan ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun sahip çıkamadığı ''hayır'' in arkasına saklanıp bu sonuçtan nemalanmaya kalkmamalıdır. Bu ülkeye yapılacak en büyük kötülük hayır cephesinin aldığı sonucu bir Kemal Kılıçdaroğlu başarısı olarak göstermektir. Artık, tek umut, ''Hayır''ın demokrasiyi hedefleyen ortak bir gelecek tasarımı ve toplumsal barış projesi olarak 2019 seçimlerine taşınabilmesidir. Umudun gerçeğe dönüşmesi;  CHP'nin  yeni lider, yeni yönetim ve yeni bir siyasetle yola devam etmesine, bu gerçekleştirilemiyorsa  CHP'den ayrılacak bir grubun, tüm muhalifleri çatısı altında toplayacak yeni bir siyasi oluşum örgütlemelerine bağlıdır.

Son yapılan bir araştırmaya göre CHP seçmeninin yüzde 50'si merkez solda yeni bir partiye ihtiyaç olduğunu düşünüyor. Diğer yanda Fransa Emmanuel Macron'un başarısı ve AKP'nin kuruluşundan 1 yıl sonra iktidara gelmesi, sanılanın aksine yeni siyasi oluşumların 2019 seçimlerinde başarı şansının yüksek olduğunu gösteriyor.

Türkiye'nin başına  gelen hiçbir felaket, son nefesini koltuğunda verme heveslisi yöneticilerin verdiği zarar kadar, kalıcı sonuçlar doğurmamıştır.  

2019 seçimleri ya AKP'nin kurduğu tuzağa kendi düşmesiyle sonuçlanacak ya da  Türkiye bir daha içinden çıkamayacağı bir karanlığa gömülecek..


19 Nisan 2017 Çarşamba

Referandum Sonucu Meşru mu?

Plebisit, belli bir dönemde iktidarı fiilen ellerinde bulunduranların, hazırladıkları anayasa taslağını, bir tartışma ortamı yaratmaksızın, blok halinde ‘evet’ ya da ‘hayır’ ile sonuçlanabilecek bir halkoylamasına sunmalarıdır. Görüldüğü gibi plebisit, temelinde bir halkoylamasıdır. Bu nedenle, plebisit ile referandumun birbirinden özenle ayrılması gerekir. Referandum ile plebisit arasında, genellikle kabul edildiği üzere şu farklar vardır: Referandumda bir ‘sorun’, plebisitte ise bir ‘adam’ söz konusudur. Birincisinde bir metin oylanır; ikincisinde ise bir isim. Referandum ile plebisit arasında bir diğer fark ise, demokratiklik bakımından ortaya çıkmaktadır. Referandum, demokratik bir usuldür: Halk etkendir, öznedir; oylanılacak kararın alınma sürecinin başından sonuna katılır. Plebisit ise, anti-demokratik bir usuldür: Halk edilgendir, nesnedir; karar alma sürecinin sadece sonuna katılır. Referandumun yapılmasını isteyen, halkın seçtiği temsilcilerdir. Oylanan şey ise, halkın temsilcilerinin hazırladığı metindir. Oysa plebisite başvuranlar, fiilî iktidar sahipleridir. Oylanan şey ise, halkın katılımı olmadan hazırlanan metinler, fiilî yönetimlerin oldubittileri, karar ve eylemleridir. Kısaca plebisit, diktatörlerin, anti-demokratik yöneticilerin kendilerine meşruluk kazandırmak için başvurdukları bir halkoylamasıdır(1).

Keşke, yeni anayasayla ilgili tek sorun kullanılan yöntemin referandum mu yoksa plebisit mi olduğu tartışmasıyla sınırlı kalabilseydi. Ama, maalesef öyle değil. Her şeyden önce 16 Nisan plebisiti olağan üstü hal  koşullarında yapılmıştır. Anayasaya aykırı olarak Kanun hükmünde kararnameyle propaganda döneminde radyo ve televizyonların adil kullanılması hükmü değiştirilmiş ve  anayasaya göre 1 yıl sonra uygulanması gereken bu değişik taraflı yüksek seçim kurulu aracılığıyla hemen uygulatılmıştır. Plebisit, meclis’teki üçüncü büyük partinin liderlerinin milletvekillerinin ve belediye başkanlarının bir bölümü hapisteyken gerçekleşmiştir. Söz konusu partinin hapiste olmayan temsilcileri ise planlı bir yasaklamayla kitle iletişim araçlarını kullanmaktan mahrum bırakılmıştır. İktidar partisi başta belediyeler, mülki amirler olmak üzere kamunun finans ve insan kaynaklarını pervasızca kullanmıştır. Taraflı medya ve iktidar gücüyle başta görsel ve yazılı basın olmak üzere her türlü propaganda mecrası muhalefete kapatılmış böylece hayır yanlılarının propaganda yapma kapasitesi yok edilmiştir.  Yapılan bunca adaletsizliğe ek olarak oy verme ve sayım sürecinde yapılan hukuksuzluklar: Mühürsüz oyların yasaya aykırı bir kararla geçerli sayılması vb. sandığa yansıyan irade üzerinde şaibe yaratmıştır.

Evet anayasa değişikliği antidemokratik ve adil olmayan koşullar altında gerçekleşmiştir. Ancak bundan çok daha önemli olan; plebisite katılanların neyi oyladıkları hakkındaki bilinç düzeyidir. Seçmenlerin oylanan metinle ilgili farkındalık düzeyini, Plebisit sonuçlarını yüksen doğruluk oranıyla tahmin eden  İstanbul merkezli Gezici Araştırma Şirketinin bulguları açıklıkla ortaya koyuyor. Şirket Başkanı Murat Gezici “Türkiye’de seçmenin yüzde 55’i anayasa değişikliğinin içeriği hakkında bilgi sahibi, yüzde 45’i ise bilgi sahibi değil” diyor. Murat Gezici DW Türkçeye yaptığı açıklamada, “Adalet ve Kalkınma Partisi seçmeninin yüzde 80’inin anayasanın içeriğini bilmeden evet dediğini” tahmin ediyor. Gezici, evet kampanyasını yürütenlerin anayasanın içeriğini anlatmak yerine geçmişte yapılan hizmetler  ve ülkenin bekası gibi kavramlarla seçmeni evete ikna etmeye çalışıyorlar” sözleriyle açıklıyor. Gezici, “evetçi olan siyasi liderlerin seçmene anayasa değişikliğinin içeriği anlatmadığını, çünkü içerik anlatıldığı takdirde seçmenin ‘hayır’a yöneldiğini” de sözlerine ekliyor.(2)

Halkoylaması sözcüğü, bir ulusun özündeki sırrı sezinlememizi sağlar; sırın içeriği şu iki bileşenden meydana gelir: Bir, ortak girişimin çerçevesinde tam bir ortak yaşam projesi olması; iki, insanların o projeyi benimsemeleri(3). Düşünebiliyor musunuz? Neye evet hayır dediğini bilmeyen, futbol takımı gibi parti tutan, ortalama 6 yıl eğitim görmüş bir kitle 79 milyonun geleceğini etkileyecek bir rejim değişikliğini içeriğini bilmeden gerçekleştirebiliyor.Dolayısıyla bu niteliğiyle yeni anayasa 79 milyon insanın ortak girişimiyle yaratılmış bir  gelecek projesi değil,  anti-demokratik olağanüstü hal koşullarında yapılmış bir dayatmadır. Yapılan referandumun(plebisit) meşru olup olmadığı sorusu bu tespitler göz önünde bulundurulmadan yanıtlanamaz.

Yararlanılan Kaynaklar;
(1) Kemal Gözler Anayasa Hukuk Sitesi http://www.anayasa.gen.tr/plebisit.htm

(2) http://www.dw.com/tr/se%C3%A7men-anayasa-de%C4%9Fi%C5%9Fikliklerini-ne-kadar-biliyor/a-38410399


(3) Jose Ortega, Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması İş Bankası Kültür Yayınları,  2013, s. 208

6 Nisan 2017 Perşembe

Altay Tankı

Bir süre önce, medyada yer alan yerli tank üretimiyle ilgili haber önemi kadar gündemde yer bulmadı ve tartışılmadı.  Gövdesi Güney Kore'den alınan destekle özel bir şirket tarafından geliştirilen yerli tankın motor işi bir Kamu İktisadi Teşebbüsü tarafından üstlenilmiş. Gelgelelim söz konusu şirket tank motorunu üretme işinin altından kalkamamış ve Avusturya'dan AVL List GmbH isimli şirketle bir üretim anlaşması yapmış. Ancak, Avusturya Hükumeti Türkiye insan hakları ihlal ediyor iddiasıyla üretici  şirkete yaptığı baskıyla anlaşmayı iptal ettirmiş. Böylece yerli tank motorsuz kalmış...  

Düşünün, sanayileşme uğraşlarının başlangıcı 19. Yüzyılın ortalarına, hemen hemen Japonya ile aynı döneme kadar uzanan bir ekonomi ilk motorun icadı üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen tank motoru üretemiyor.  Tankın gövdesini yapmak için ise, çelik sanayisini Türkiye ile aynı yıllarda kuran Güney Kore'nin teknolojik desteğine muhtaç. Keşke, sorun sadece savunma sanayisiyle sınırlı olsa, ama maalesef değil. Yerli uçak, yerli otomobil ve diğer küresel marka yaratmayı hedefleyen nice projedeki sayısız başarısızlık herkesin malumu.  

İnsan, doğal olarak merak ediyor: ''Teknoloji transfer etmeden bir tank motor üretemeyen bir ekonomide bunca yönetici, akademisyen, mühendis, bürokrat, patron ne işe yarar'' diye. İnanın, elli yıldır üzerinde  lafazanlık yapılmayan ekonomik öğreti, istismar edilmeyen sistem, araç ve yöntem kalmadı. İnsan kaynaklarından liderliğe, pazarlamadan finansa, ekonomiden sosyolojiye, mühendislikten tasarıma kadar akla gelen her alanda her yıl düzenlenen yüzlerce zirve, seminer,panel. Sosyal medya profilleri hangi ölçütlere göre kimler tarafından onaylandığı belli olmayan uzmanlık alanlarıyla dolu ve yıldan yıla bir çığ gibi büyüyen; yöneticiler, danışmanlar, eğitmenler, koçlar, mentörler ordusu. Her yıl binlercesi basılan kişisel gelişim ve yönetim kitapları. Yazılan bloglar, sosyal medyada paylaşılan makaleler, araştırmalar, sunumlar... Tüm bu yapılanlara karşılık  sonuç ortada: Dünyanın en uzun çalışma saatlerine rağmen yaratamayan, finansal ve teknolojik olarak dışa bağımlı, kendi başına tank motoru üretemeyen bir ekonomi.  

Aslında, çalışanlar bu ''uzman'' güruhunun amacının üreten, yaratan şirketler üzerinde yükselen bir ekonomi inşa etmekten çok ataerkil ilişkileri kullanarak para kazanmak olduğunu iyi biliyor. Daha önce sayısız kez vurguladığım gibi: Sorun, ne çalışanların yaratma yetkinliğinde ne de kavrama yeteneğinde.  Sorun, aile holdinglerinin ortaklık yapısında. Sorun, küçük olsun yüzde elli biri bende kalsın dostumla, akrabamla ben yöneteyim takıntısında. Sorun,  yetkinlikten azade liderlik anlayışında.  Sorun, profesyonel yöneticilerin, akademisyenlerin, danışmanların baştan sona yanlış kurgulanmış bir ekonomik modelin gönüllü destekçileri olmalarında.

İşin son derece trajikomik yanı ise çözümün bir sır olmaması. Eğer, hiç denenmemiş özgün bir modeliniz yoksa, ekonomik gelişmenin 5 temel aşaması var: Planlama, öğrenme, taklit etme, içselleştirme ve yaratma. Bu süreçlerin sağlıklı işlemesi ise kurum içi ataerkil ilişkilerin ve aşırı hiyerarşik yapının yıkılmasına, eğitim kalitesizliği sorunun çözümüne bağlı. Unutmamalıyız ki, despotizmin, dayatmanın bir yönetim biçimi olduğu, özgürlüğün bulunmadığı  yapılarda yaratıcılık kök salamaz gelişip serpilemez.


Yapısal sorun küçük iyileştirmelerle değil köklü  yapısal dönüşümle çözülür.