11 Temmuz 2015 Cumartesi

Danışman mı, Soytarı mı?

Peter; doğrusu sevgili Raphael, bir kral yanına girmemenize şaşırıyorum. Hangisine başvursanız hem hoşlanır hem yararlanır değerli dersler alırdı sizden.. Siz de hem kendinize hem ailenize, hem de dostlarınıza parlak bir durum sağlardınız’’
Raphael; ailemden yana pek kaygım yok. Bana bencil demeye dilleri varmaz; daha fazla para kazanmak için de benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler.

Peter: Yanlış anlamayın. Ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek istedim’’ 

Raphael: Dostum krallar, ikisini ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden uşak olarak görürler.’’

Peter; Bakan ya da başka şey.  Benim istediğim sizin halka, insanlara daha yararlı olmanız ve kendiniz için daha mutlu bir yaşam sağlamanız.

Söze Moros karışır; Siz paraya, devlet koltuğuna düşkün değilsiniz, orası belli. Bana sorarsanız, sizin gibi bir insana, bir imparatorluğun başındaki insandan daha çok saygı duyarım. Ama bana öyle geliyor ki sizin kadar olgun düşünceli bir adam rahatlığı pahasına da olsa zekasını kamu işlerinde kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın yolu da büyük bir kralın danışmanları arasına girmektir.''

Raphael: Aldanıyorsunuz dostum. Ben gördüğünüz üstünlükten çok uzağım. Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu işten ne anlarım, ne de anlamak isterim.Kralların danıştığı insanlara gelince: bunların bir kısmı ağızlarını hiç açmaz, çünkü ifade edecek fikirleri yoktur, kendileri akıl almak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, düşüncelerinin işe yarayacaklarını da bilirler; ama her zaman güçlünün düşüncelerini paylaşırlar, onun ortaya attığı budalalıkları alkışlarlar. Çünkü bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla kralın desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler. Çünkü doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama içgüdüsü verir: karga da, maymun da kendi yavrularına gülümser yalnız.  Biri çıkar da yeni bir öneri, düşünce ileri sürecek olursa, bu asalakların akılları başlarından gider; hepsini bir telaştır alır. Kafalarını eşeleye eşeleye doğru düşünceleri çürütecek kanıtlar arar dururlar…’’

Günümüz danışmanlarının yüzyıllar önce Thomas More’un kaleme aldığı bu satırlardan özelikle de yazarın yaşam öyküsünden alacağı çok ders var. Thomas More İngiltere Kralı sekizinci Henry’nin başbakanlığına kadar yükselmiş, kralın en yakın dostları ve akıl hocaları arasına girmiş ama inandığı doğruyu savunduğu, krala ‘’hayır’’ dediği için kafası kesilerek öldürülmüş bir Orta Çağ aydını...
Dogmaya karşı çıkmanın bedeli Orta Çağ’da ödenen kadar yüksek olmasa da günün danışmanları kişisel çıkar uğruna cehaletin kapı kulu olmakta kararlılar.
Misyonları yanlışı engellemek,  bilgiyle geçmişi anlaşılabilir, geleceği öngörülebilir kılmak olan danışmanlar neden patronun dalkavuğu olmayı seçiyor? Bu insanlar kendilerini bilginin ve doğrunun sigortası olarak konumlamak yerine, neden sistemin çanak yalayıcısı olarak konumluyorlar? Çünkü düşünsel ve entelektüel temelden yoksun ahbap-çavuş kapitalizmi her şey gibi danışmanlık kurumunu da yozlaştırıyor. Öyle ya, Orta Doğu Tarzı Yönetimin ‘’kol kırılır yen içinde kalır’’ özdeyişini ne kadar önemsendiğinin para düşkünü danışmanlarca keşfedilmesi hiç sürpriz değil. Bu insanlar bilgisizlik ve liyakatsizliğin; yönetim kurulu salonlarının kapıları ardında, toplantı tutanaklarının dışa kapalı satırları arasında kalacağını iyi biliyorlar.  Dolayısıyla üç kuruşluk çıkar uğruna birer kibir sevicisi, kapris onaylayıcısı olmayı gönüllülükle benimsiyorlar. 

Peki, kim bu insanlar, hangi ölçütlere göre seçiliyorlar?  Onları dört grup altında sınıflayabiliriz. Birinci grup içinde akademik unvanlılar yer alıyor. İkinci grup ünlüler grubu; bunlar değişik şirketlerde yaşamları süresince kişisel itibarlarına yatırım yapmış, şöhretleri dışında hiçbir kalıcı eseri bulunmayan profesyoneller. Üçüncü grup şirkete ait legal-illegal birçok sırrı bilmelerinin karşılığı olarak yaşam boyu bakım hakkı elde etmiş emekli profesyoneller grubu. Dördüncü grup ise, kamuda görev yaptıkları dönemde şimdi kolu kanadı altına girdikleri patrona sağladıkları çıkarların diyeti peşindeki eski bürokrat tayfası.

Bir yanda patron, yani kral ve ailesi, bir yanda kralın soytarı danışmanları, bir yanda kralın aristokratları yani profesyonel yöneticiler bir yanda da inanılmaz bir hızla dönüşen dünya...

Sonumuz hayrola...



1 Temmuz 2015 Çarşamba

Küreselleşme, Bir Şeytan mı Yoksa Bir Melek mi?

The New York Times yazarı Thomas L. Friedman günümüzdeki anlamıyla küreselleşmeyi en erken öngören düşünürün Karl Marx olduğunu söyler. Gerçekten de, Marx’ın on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yaptığı saptama, günümüz insanını şaşırtacak doğruluktadır.

’Eskiden kurulmuş olan tüm sanayiler ya yıkılıp gitti ya da her geçen gün yıkılıp gidiyor. Bunların yerini, yerli ham maddeyi değil, uzak yerlerden sağlanan ham maddeleri işleyen sanayiler; ürünleri sadece üretildikleri ülkede değil,  dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler alıyor. Ülke içinde üretilen ürünlerin karşıladığı eski gereksinimler yerini uzak  ülkelerin ürünlerine bağlı yeni gereksinimlere bırakıyor. Ulusal içe kapanıklılık ve kendi kendine yeterlilik yerini çok yönlü ilişkilere ve ülkelerin evrensel karşılıklı bağımlılığına bırakıyor. Sadece maddi üretim değil,  düşünsel yaratımlar da tüm ulusların  ortak malı oluyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşıyor…''

İnsanlık tarihi süresince  hiçbir güç ya da ideoloji  küreselleşmeyle ortaya çıkan ekonomik, sosyal, kültürel bütünleşmeyi  sağlayamadı.  Bütünleşme günümüzde de tüm hızıyla devam ediyor.  Sürecin var olan dinamiklerle kesintiye uğramadan sürmesi durumunda; az sayıda küresel şirket dünya ekonomisini  ve siyasetini yönetir konuma gelecek.  Varsıllarla yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da derinleşecek. Etnik gruplar, dinler, mezhepler arasındaki çatışmalar artarak sürecek...
Bu gelişmelerin yepyeni bir düzen ortaya çıkarması kaçınılmaz. Bu yeni dünyanın egemen gücü hükumetler değil şirketler, yöneteni devletler bürokrasisi değil şirketler aristokrasisi olacak. Yönetenlerle yönetenlerin rollerinin sil baştan  tanımlanacağı bu yeni düzende, ülkelerin refah düzeyini; ihracat yapmakla marka yaratmak, keşfetmekle taklit etmek, küreselleşmeyle küresel şirketlere hizmet etme seçenekleri arasındaki ayrımları kavrama düzeyi belirleyecek.

Bugün, Türk şirketlerinin ve ekonomiyi yönetenlerin   küreselleşmenin temel dinamiklerini  doğru analiz edemediği bir gerçek . Bu aymazlık, elde edilmiş sınırlı ekonomik kazanımların yitirilmesinin yanında her geçen ay yerli birkaç şirketin  küresel sermayenin  eline geçirmesine yol açıyor. Üstelik bu gelişmeler tam da sömürge ordularının işlevlerini çok uluslu şirketlere devrettiği bir dünya içinde gerçekleşiyor.

Bugün, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkeler çalışanlarını köle ticaretini aratmayacak bir acımasızlıkla satılığa çıkartmış durumda.   Yaratmanın zorluklarını, taklitçiliğin kolaylığına yeğ tutan bir lobi ‘’en ucuz, en örgütsüz, en uyruklaştırılmış iş gücü ben de’’ kampanyaları düzenliyor.   Sendikalar işlevsizleştiriliyor, kurumsal vergiler düşürülürken dolaylı vergilerler yükseltiliyor,  eğitim sistemi küresel şirketlerin isteği doğrultusunda yeniden yapılandırılıyor. Oysa satın almalarla, stratejik ortaklıklarla, birleşmelerle,  iş hacimlerini hızla büyüten küresel  şirketlerin  hedefi yatırım yaptıkları ülkenin refah ve gelişmişlik düzeyini artırmak  insanların çalışma koşullarını iyileştirmek değil.   Vatandaşlarını ucuz iş gücü olarak çok uluslu sermayeye pazarlayanlar, küresel şirketlerin  açlık sınırında ücretlerle çalışmaya razı iş gücü, ucuz ham madde tedarik edebildikleri sürece ülkede kalacağı gerçeğini yadsıyorlar. Bu güne kadar ortaya çıkan sonuçlar yerel kalanın küreselleşen tarafından yok edileceğini  açıkça ortaya koydu.  Şirketleri küreselleşmemiş  bir ekonominin kapılarını küresel sermayeye plansız ve ön koşulsuz olarak açmak sömürge ekonomisi yaratmak dışında bir sonuca  yol açmıyor... 

Gelecekte ülke insanlarının köle mi, yoksa efendi mi olacağını  Türk Şirketlerinin uluslararası düzlemdeki etkinliği yani küreselleşme becerisi belirleyecek.   Dolayısıyla küresel ekonomik bütünleşme sürecinde şirketlerin; yaratımsız, taklitçi yerel hizmetkar olarak kalmak ya da marka, teknoloji yenilik yaratarak küreselleşmek dışında seçeneği yok. Fakat  ne yazık ki, Türk İş dünyasının ''sermayedar yöneticileri''  hala bir üçüncü seçeneğin bulunmadığı gerçeğini  görmemezlikten geliyor.