22 Şubat 2024 Perşembe

Modernizmin Çöküşü




Barbar göçleri ve saldırılarıyla yıkılan Roma Uygarlığı'nı ne askeri ne de ekonomik gücü koruyabilmişti. Bugün, geçmişine iki dünya savaşının yanı sıra sayısız bölgesel çatışma sığdırmış modernizm benzer bir tehdit altında. Modernizm, 18'inci yüzyıldan günümüze savunduğu değerlerle kökten çelişen bir dönüşüm geçiriyor. Yaşadıklarımız, Üçüncü Dünya Savaşı sonrasını konu alan kurgubilim filmlerden farksız. Botlara, teknelere, gemilere doluşan ölüm pahasına denize açılan mülteciler. Kendini patlatacak, kalabalıkların ortasına kamyonla dalacak gece kulüplerinde, konser salonlarında sokaklarda sivilleri silahla tarayacak düzeyde beyni dinle hurafelerle dogmalarla yıkanmış, kinle büyütülmüş insancıklar. Yakılmış yıkılmış şehirler, bombalanan siviller; parçalanmış insan bedenleriyle dolu ekranlar, gazete sayfaları, internet siteleri, sosyal medya görüntüleri...


Yaşananlar din, ırk savaşlarının çağdaş sürümünden başka bir şey değil. Bu kez, karşı karşıya gelenler Katoliklerle Protestanlar, Hıristiyanlarla Paganlar ya da Müslümanlarla Şamanlarla değil. Yüzde doksanın sefaleti pahasına refahın keyfini sürebileceğine inanacak kadar cahil Batı'yla, terörle hakkı olanı alacağına inanacak kadar cahil Doğu'nun savaşı bu.  Çatışma, modernizmin  gömdüğünü varsaydığı kötülükleri (din, despotizm, mezhepçilik, ırkçılık) bir bir mezarlarından çıkarırken; kötülüğün panzehiri olan bireyselliği yeryüzünden siliniyor. Benlikler dinlerin etnik kimliklerin, mehzeplerin potalarında eridikçe: Asmak, linç etmek, katletmek istenciyle yanan sürü insanı bütün yaşam alanlarını kuşatıyor.  

Bugün, Londra'da yaşayan sürü insanı en az Tahran'da yaşayan sürü insanı kadar bilgisiz. Her ikisi de yaşananları, yaşadıklarını nedenler üzerinden kavrama yetkinliğinden aynı düzeyde yoksun. Zira, bugün cehalet az gelişmiş coğrafyalara özgü sorun olmanın sınırlarını aşarak bir insanlık sorununa dönüşüyor. Dünya, endüstrileşmiş, teknolojiyle donatılmış yeni bir ''Orta Çağ''da; varsıl cahille, yoksul cahilin savaşına tanıklık ediyor. Barışı, adaleti, eşitliği egemen kılacak bir düzen yaratma arayışından vazgeçmiş Batıyla, düşünsel çoraklığıni yüzlerce yıldır süren Doğu birbirleriyle kıyasıya savaşıyor. Kapitalizmin tezgahlarında düşünme yetkinliklerini yitirmiş tepkisiz sürü insanının yarım yamalak demokrasiye bile tahammülü yok artık.  

İnsanlık, yaşanabilir bir dünya  yaratma adına yüz yıllar önce ortaya atılmış ideolojilerin çıkmaz sokaklarında umutsuzca çırpınıyor. Muhafazakarlık, milliyetçilik, komünizm, liberalizm, anarşizm, parlamenter demokrasi  top yekun bir iflasın eşiğinde. Bu ideolojilere umutsuzca  tutunmaya çalışan insanlık adeta binlerce yıllık düşünsel mirasın üzerine yeni değerler koyamamanın bedelini ödüyor.  İşte tam da bu nedenle: Akıl, bilgi ve sağduyunun yerini  bağnaz bir tarafgirlik alıyor. Dinler, mezhepler, etnik kimlikler tıpkı geçmişte olduğu gibi birer öldürücü silaha dönüşüyor.  Bilgiye dayalı ideolojilerin yerini; algı yönetimi, polemik, propaganda ve demogoji alıyor. Söylem tanrılaştırılıyor. Sentez, sözün kötüye kullanılan yıkıcı gücü karşısında çaresiz. İktidarını kitlelerin cehaletinden alan tekçi, gerici siyasetçiler çağdışı kalmış ideolojileri araçsallaştırarak tiranlaşıyor. Dünya, tek bakış, tek doğru, tek inanç dayatıcılarının boyunduruğu altına giriyor tekrar.  Bugün  dünyanın farklı coğrafyalarında başkanlık, başbakanlık koltuğunda oturan siyasetçileri  iktidara taşıyan dinamikler; Napoleon'u, Lenin'i Stalin'i, Musolini' yi, Franco'yu, Hitler'i iktidar yapan dinamiklerle aynı. 

Bugün, Batısıyla Doğusuyla yeryüzü zifiri karanlık. Üç yüzyıldır kırılmadan süren o döngü, aynı kartları yeniden dağıtıyor; değişen hiçbir şey yok, eller aynı; kiminin faşizm, kiminin sosyalizm, kiminin liberalizm, kiminin elinde kutsal metinler var. Yani aynı yalanlar, aynı kandırmaca... İnsanlık bir kez daha başta kişisel hak ve özgürlükler olmak üzere, son üç yüz yılda büyük özverilerle elde ettiği kazanımları yitirme tehdidiyle karşı karşıya. Maalesef tünelin ucunda bir ışık yok. 

18 Ocak 2024 Perşembe

Düşünsel Ortaçağ







Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Şerif-î'nin okunmasıyla başlayan modernleşme dönemiyle birlikte Avrupa’ya çok sayıda öğrenci gönderilir. Ne var ki, bu öğrenciler arasında ekonomi eğitimi için gönderilenler yok denecek kadar azdır. Oysa, aynı yıllarda tıpkı Osmanlı gibi geri kalmışlıktan kurtulma uğraşındaki Japonya'nın Batı’ya gönderdiği öğrencilerin neredeyse tamamı ekonomi ve mühendislik eğitimi alıyordu. Öyle ki, matematiksel yöntemlerin ekonomi bilimine uyarlanmasına öncülük eden ekonomist William Stanley Jevons’un(1835-1882) yabancı öğrencilerinin çoğunluğunu Japon öğrenciler oluşturuyordu...

Bir toplum düşünün ki, 16. Yüzyılda ortaya çıkan Merkantilizm’i, 18. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Liberalizm’i, 19. Yüzyılın ortalarında doğan Marksizm’i kavrayamamış, anlayamamış, doğru bilgilerle doğru düzlemlerde tartışmamış.

Bir ''yönetici patron'' kastı düşleyin ki, yüzlerce yıl ekonomi biliminden bihaber yaşamış. Bağırsa sesini duyurabileceği uzaklıktaki Avrupa’da, yüzlerce yıl olup biteni izlememiş. Batı'yı sadece teknoloji, bilgi, makine devşireceği bir coğrafya olarak görmüş.

Bir ''seçkinler'' sınıfı düşünün ki; Batı Aydınlanması'nın, modernizmin ardındaki ekonomik, sosyal, kültürel olguları anlayamamış. Burjuvaziyi kravat takmakla, mini etek giymekle, başkalarınca yaratılan teknolojileri kullanmakla eşdeğer görmüş. Hurafelerin, dogmatizmin içinde  benliğini yitirerek ne Batı'ya ne Doğu'ya ait iğreti bir yaşam biçimini benimsemiş.

Birçok organizasyonda ortak aklın yerini dayatma, liyakatin yerini nepotizm, dayanışmanın yerini rekabet, analizin yerini sezgi, bilginin yerini cehalet almış durumda. Bu inanılmaz aymazlığın nedeni düşünsel üretimden, bilim, akıl ve sentezden uzak yaşam şeklimizden başka bir şey değil. Üstlendikleri sorumlulukların koşutunda pozitif bilimlerle iç içe bir yaşam şeklini içselleştirmeleri gereken yönetenlerin çoğu bilgisiz. Yönetenler, sürekli yeniden üretilen, inanılmaz bir hızla değişen, dönüşen, çoğalan bilgiyi izleme zorunluluğuyla, üstlendikleri sorumluluklar arasındaki derin ilişkiyi bir türlü kavrayamıyorlar... 

Antik Çağ  filozoflarının  eserlerini verdiği felsefenin, bilimin doğduğu topraklar üzerinde hala düşünsel bir Orta Çağ yaşıyoruz. Sentezsiz karşıtlığın çıkmaz sokaklarında nesiller harcamayı sürdürüyoruz. Düşünmeden, yaratmadan, üretmeden dönüşmenin olanaksızlığını kavrayamıyoruz. Sığ, soyut ve kimse için değer yaratmayan/yaratmayacak tartışmalar içinde yerimizde sayıyor hatta geriliyoruz. Modernlik, ulusalcılık, İslamcılık soslu bir sarmalın, çıkar kavgalarının, koyu bir cehaletin içinde patinaj yapıyoruz. Ülkenin tek bir küresel markaya sahip olmaması hiçbirimizin umurunda değil. İnşa ettiğimiz sömürge ekonomisinin ürünü olan plazaları, alışveriş merkezlerini, yolları, köprüleri, rezidansları birer gelişmişlik ölçütü olarak görüyor, gururlanıyoruz. Akıl almaz bir gönüllükle cahil sermayedarlara uşaklık etmeyi sürdürüyoruz.  Demokrasi havarisi kimliğiyle sosyal düzlemlerde boy gösteren işinsanlarının, ofislerde, toplantı salonlarında birer despota, birer ruh tacizcisine dönüşmesini tepkisizce  izliyoruz. Her ortamda, liderlik söylevleri veren, yönetim kalitesi üzerine ahkâm kesen, ''kalıtsal yönetici''lerin, CEO’ların kendi çalışanlarınca bile ‘’lider’’ olarak görülmemesini anlayışla kabul ediyoruz.  Uzak görüş yoksunluğunun, yenilik üretememenin, teknoloji yaratamamanın nedenleri üzerinde hiç akıl yormuyoruz. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi cahil sermayedar yöneticilerin eseri olan ilkel iş kültürü içinde tacize uğruyor, mobbing'e maruz kalıyor, itilip kakılıp aşağılanıyoruz. 

Kitaplarda, gazetelerde, dergilerde okuduğumuz televizyon ekranından, takip ettiğimiz kahraman patron, şirketini ihya eden başkan mitleriyle, iş dünyasının gerçekleri arasındaki paradoksu kavramadan bu kuşatmayı yaramayacağız. Ancak ve ancak bu liyakatsizler kuşatmasını yardıktan sonra;  insana ve onun eseri olan evrensel öğretilere, yönetene yönetilene, bireye ve topluma  aklın penceresinden bakmayı becerebiliriz.