Yıl 1980.
Türkiye nüfusunun %56'sı kırsalda % 44'ü kentlerde yaşıyor. Dış baskıların
paralelinde 12 Eylül Darbesi sonrasında tarımın devlet eliyle çökertilmesiyle
birlikte, köylerde yaşayan on milyonlarca insan adeta zorunlu göçe tabi
tutuldu. Türkiye'nin demografik yapısı yakın tarihte hiçbir ülkede eşi benzeri
görülmemiş bir hızla değiştirildi. Bir
sömürge ekonomisi yaratmak uğruna toplumun geleneksel dokusu tamamen parçalandı.
Üretimsizleştirilmiş yardıma muhtaç köylüler büyük kentlerin varoşlarına
sığınmak zorunda bırakıldılar: Bu insanlar;
''piyasa'' ekonomisine uyum sağlamaya, sefalet içinde yaşamaya yeten bir
ücret karşılığı çalışmaya ya da işsizliğe zorlandılar. Neredeyse tüm
toplumsal kesimler çok önemli kültürel, sosyal, ekonomik sonuçlar
doğuracak bu toplumsal keşmekeşi bilinçli bir kayıtsızlıkla seyretti. Çünkü
büyük kentlerin yeni sakinleri; sermaye için ucuz işgücü, siyasetçiler için oy,
tarikatlar için mürit demekti.
Süreç
tamamlandığında ortaya yüzde 92'si kentlerde yaşayan, kentleşme oranı Batılı
gelişmiş ülkelerin üzerinde bulunan bir Türkiye çıkacaktı. Evet, otuz yıl
içinde on milyonlarca insan tarihte eşi
benzeri görülmemiş bir göç dalgasıyla
kentlere doluşmuştu. Bugün TV dizileriyle kendinden geçen sözde
seçkinlerimiz o yıllarda haftada 7 gün ekrana taşınan Tele Vole (kim kimi
nerede yaptı) programlarıyla meşguldü. Onlar, çoklu kültürel etkileşimlere
kapalı yalıtılmış dünyalarında sonsuza dek yaşayabileceklerine inanıyordu.
Kentlilik bilincinin bireysel özelliklerden bağımsız olarak göçerle kentli
arasındaki dinamik etkileşimlerle şekillendiğinden de bihaberdiler. Sosyal uyum
projeleri yapılandırmak, vakıflarını, derneklerini seferber etmek, o dönemde
neredeyse tamamını ellerinde bulundurdukları medyanın yönlendirme gücünü
kullanmak yerine; göçerlerin kılık kıyafetini zorla değiştirme projelerine
sarıldılar. Kentlerin yeni sakinlerini ‘’ötekiler’’ olarak betimlediler.
Görmemezlikten geldiler. Çünkü sözde seçkinler için modernizm ve kentleşme
sadece görsel sembolleri kullanarak edinilebilen bir kazanımdı. Modernizm
dendiğinde çoğunun belleğine; bikini giymek, kravat takmak, pop müzik dinlemek,
içki içmek, sinemaya, bara, saza caza gitmek
dışında bir şey gelmiyordu.
Evet, onlar
göçerlere kıyasla daha iyi eğitim almışlardı; çoğu lise ya da üniversite
mezunuydu; sermaye iş mal mülk sahibiydiler.
Anlı şanlı holdingler, vakıflar, dernekler kurmuşlardı. Türkçeyi
aksansız konuşuyor, modern semboller kullanıyor, iyi giyiniyor, çok
tüketiyorlardı. Ne var ki, ötekileştirdikleri kadar az okuyor,
ötekileştirdikleri kadar az düşünüyor, aklı, sanatı, edebiyatı, düşünceyi
ötekileştirdikleri kadar az önemsiyorlardı. O kadar cahillerdi ki, ne
uygarlığın gelişmesinde kritik rol oynayan dinamikleri ne de tarihteki temel
yol ayrımlarını analiz etmişlerdi. Öyle ki, 19. Yüzyılın ikinci yarısından 20.
Yüzyılın ortasına kadar Batı’daki sosyal ve demografik değişimin temel
dinamiklerini biraz inceleselerdi yaşananların toplumu nereye evireceğini
kolaylıkla öngörebilirlerdi. Nitekim, Stefan Zweig Dünün Dünyası kitabında
büyük bir göç dalgasıyla mücadele eden 1900 'lü yılların Paris’ini şöyle
betimliyordu;
‘’Çinliler, İskandinavlar, İspanyollar,
Yunanlılar, Brezilyalılar ve Kanadalılar, Seine kıyılarında kendi evlerindeydi.
Hiçbir baskı yoktu. Herkes dilediği gibi konuşabilir, düşünebilir, gülebilir
küfredebilirdi. İsteyen tek başına, isteyen başkalarıyla birlikte har vurup
harman savurabilir ya da tutumlu yaşardı. Her özelliğe yer vardı ve bütün
olanaklar sağlanmıştı. Gönlünün çektiği gibi giyinmekte serbestti herkes.
Üniversiteliler şık bereleriyle Sain-Michel Bulvarında piyasa yaparlardı,
ressamlar da geniş mantarlara benzeyen şapkaları ve romantik kara kadife
ceketleriyle paletlerdeki boyaları ezer, mavi ceketli ve kolları sıvalı işçiler
kimseye aldırmadan volta atar, geniş kıvrımlı Breton külahlarıyla rahibeler, ya
da mavi önlüklü şarap satıcıları en kibar bulvarlarda dolaşırdı. Irk, sınıf ve
neyin nesi gibi umacılar kimsenin umurunda değildi. Herkes dilediğiyle konuşur,
gezerdi ve kimse başını çevirip bakmazdı. Gece yarısından sonra en kibar genç
çiftlerin sokakta dansa başlaması için ille de dört Temmuz olması gerekmezdi;
polis böylelerine gülüp geçerdi. Çünkü sokaklar herkesindi! Kimse kimseden
çekinip sıkılmazdı. Hanım hanımcık küçük burjuva bayanlar yolda rastladıkları
fahişelere burun kıvırıp geçmez, merdiven başlarında durup onlarla çene çalar,
çocuklar onlara çiçek verirdi. Bir gün kibar lokantaların birinde bir vaftiz
töreninden gelen Normandiyalı zengin köylülere rastlamıştım. Köy giysileri
vardı sırtlarında; ağır ayakkabıları takır takır ses çıkarıyordu. Aşırı pomatlı
saçlarının kokusu mutfağa kadar yayılıyordu. Yüksek sesle konuşuyorlardı.
İçtikçe sesleri daha çok yükseliyor, şişman karılarının kaba etlerine hiç
çekinmeden vuruyorlardı. Pırıl pırıl fraklar ve zengin tuvaletler arasında
bulunmaktan hiçbir tedirginlik duymuyorlardı. Sinekkaydı tıraşlı garsonlar da
köylü müşterilerine burun kıvırmıyor, bir bakana ve ekselansa servis
yapmışçasına incelik gösteriyordu. Paris çelişkilerin yanyanalığından başkasını
bilmiyordu; yukarısı ve aşağısı diye bir şey yoktu. Gösterişli ana yollarla
onların hemen yanıbaşındaki pis yan sokaklar arasında göze çarpan bir sınır
yoktu.’’
Batı
metropolleri yaşam tarzı farklılıklarını kent kültürü içinde eritebilme
yetkinliği açısından hala bizden çok ileride. Çünkü, Avrupalı elit yerleşikle göçer arasında ortak bir kentlilik
bilinci yaratmadan kendi yaşam biçimini garanti altına alamayacağını 20.
yüzyılın başında anlamıştı. Ancak Türkiye'nin sözde seçkinleri, göçerlerin
kente uyumunu sağlayarak kolektif bir bilinç yaratmaya hiçbir zaman yeltenmedi.
Yerleşikle göçer arasındaki sosyal, kültürel, ekonomik ayrımların ancak
eğitimin, bilimim, aklın, edebiyat ve sanatın
potasında eritilebileceğini kavrayamadı. Böylece, çaresizlikten kime
neye sarılacağını bilemeyen kendilerine sahip çıkacak ilk gurup ya da kurumun
kolu kanadı olmaya hazır göçerleri tarikatların cemaatlerin, Siyasal İslam'ın,
radikal dinci örgütlerin kucağına ittiler. Bu tarihi yanlış Türkiye'nin III. Selim'le başlayan
(1789-1807) Batılılaşma, modernleşme uğraşlarının heba edilmesine yol açtı,
Türkiye'yi 15 Temmuz darbe girişimine kadar sürükledi.
Bugün, yaşam
tarzları tehdit altında bulunan sözde seçkinler hala geçmişte yaşananları
nedenler ve sonuçlar bağlamında analiz etmemekte direniyor. Bu akıl almaz
kayıtsızlığın sürmesi durumunda Türkiye çağdaş bir toplum yaratma umudunu
sonsuza dek yitirecek. Bu nedenle geçmişte yapılan yanlışların eleştirel bir
bakış açısıyla analiz edilmesi doğru stratejilerin oluşturulması bakımından
kritik bir önem taşıyor.
Gereksinimiz,
ahlaki, hukuki, siyasi evrensel ilkeler üzerine yapılandırılacak yeni bir
paradigma. Bu paradigmayı oluşturmanın yolu, tek başına iktidara gelmesi
olanaksız muhalefet partilerine destek vermekten, ayrışmadan, eylemsizlikten
değil yeni sivil toplum kuruluşları, yeni siyasi hareketler, yeni medya
yapıları örgütlemekten, çağdaşlığın bayrağı altında ortaklaşmaktan geçiyor.