19 Ekim 2016 Çarşamba

Türkiye'de Kentleşme ve Sözde Seçkinler


Yıl 1980. Türkiye nüfusunun %56'sı kırsalda % 44'ü kentlerde yaşıyor. Dış baskıların paralelinde 12 Eylül Darbesi sonrasında tarımın devlet eliyle çökertilmesiyle birlikte, köylerde yaşayan on milyonlarca insan adeta zorunlu göçe tabi tutuldu. Türkiye'nin demografik yapısı yakın tarihte hiçbir ülkede eşi benzeri görülmemiş bir  hızla değiştirildi. Bir sömürge ekonomisi yaratmak uğruna toplumun geleneksel dokusu tamamen parçalandı. Üretimsizleştirilmiş yardıma muhtaç köylüler büyük kentlerin varoşlarına sığınmak zorunda bırakıldılar: Bu insanlar;  ''piyasa'' ekonomisine uyum sağlamaya, sefalet içinde yaşamaya yeten bir ücret karşılığı çalışmaya ya da işsizliğe zorlandılar.  Neredeyse tüm  toplumsal kesimler çok önemli kültürel, sosyal, ekonomik sonuçlar doğuracak bu toplumsal keşmekeşi bilinçli bir kayıtsızlıkla seyretti. Çünkü büyük kentlerin yeni sakinleri; sermaye için ucuz işgücü, siyasetçiler için oy, tarikatlar için mürit demekti.



Süreç tamamlandığında ortaya yüzde 92'si kentlerde yaşayan, kentleşme oranı Batılı gelişmiş ülkelerin üzerinde bulunan bir Türkiye çıkacaktı. Evet, otuz yıl içinde  on milyonlarca insan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir göç dalgasıyla  kentlere doluşmuştu. Bugün TV dizileriyle kendinden geçen sözde seçkinlerimiz o yıllarda haftada 7 gün ekrana taşınan Tele Vole (kim kimi nerede yaptı) programlarıyla meşguldü. Onlar, çoklu kültürel etkileşimlere kapalı yalıtılmış dünyalarında sonsuza dek yaşayabileceklerine inanıyordu. Kentlilik bilincinin bireysel özelliklerden bağımsız olarak göçerle kentli arasındaki dinamik etkileşimlerle şekillendiğinden de bihaberdiler. Sosyal uyum projeleri yapılandırmak, vakıflarını, derneklerini seferber etmek, o dönemde neredeyse tamamını ellerinde bulundurdukları medyanın yönlendirme gücünü kullanmak yerine; göçerlerin kılık kıyafetini zorla değiştirme projelerine sarıldılar. Kentlerin yeni sakinlerini ‘’ötekiler’’ olarak betimlediler. Görmemezlikten geldiler. Çünkü sözde seçkinler için modernizm ve kentleşme sadece görsel sembolleri kullanarak edinilebilen bir kazanımdı. Modernizm dendiğinde çoğunun belleğine; bikini giymek, kravat takmak, pop müzik dinlemek, içki içmek, sinemaya, bara, saza caza gitmek  dışında bir şey gelmiyordu.


Evet, onlar göçerlere kıyasla daha iyi eğitim almışlardı; çoğu lise ya da üniversite mezunuydu; sermaye iş mal mülk sahibiydiler.  Anlı şanlı holdingler, vakıflar, dernekler kurmuşlardı. Türkçeyi aksansız konuşuyor, modern semboller kullanıyor, iyi giyiniyor, çok tüketiyorlardı. Ne var ki, ötekileştirdikleri kadar az okuyor, ötekileştirdikleri kadar az düşünüyor, aklı, sanatı, edebiyatı, düşünceyi ötekileştirdikleri kadar az önemsiyorlardı. O kadar cahillerdi ki, ne uygarlığın gelişmesinde kritik rol oynayan dinamikleri ne de tarihteki temel yol ayrımlarını analiz etmişlerdi. Öyle ki, 19. Yüzyılın ikinci yarısından 20. Yüzyılın ortasına kadar Batı’daki sosyal ve demografik değişimin temel dinamiklerini biraz inceleselerdi yaşananların toplumu nereye evireceğini kolaylıkla öngörebilirlerdi. Nitekim, Stefan Zweig Dünün Dünyası kitabında büyük bir göç dalgasıyla mücadele eden 1900 'lü yılların Paris’ini şöyle betimliyordu; 


’Çinliler, İskandinavlar, İspanyollar, Yunanlılar, Brezilyalılar ve Kanadalılar, Seine kıyılarında kendi evlerindeydi. Hiçbir baskı yoktu. Herkes dilediği gibi konuşabilir, düşünebilir, gülebilir küfredebilirdi. İsteyen tek başına, isteyen başkalarıyla birlikte har vurup harman savurabilir ya da tutumlu yaşardı. Her özelliğe yer vardı ve bütün olanaklar sağlanmıştı. Gönlünün çektiği gibi giyinmekte serbestti herkes. Üniversiteliler şık bereleriyle Sain-Michel Bulvarında piyasa yaparlardı, ressamlar da geniş mantarlara benzeyen şapkaları ve romantik kara kadife ceketleriyle paletlerdeki boyaları ezer, mavi ceketli ve kolları sıvalı işçiler kimseye aldırmadan volta atar, geniş kıvrımlı Breton külahlarıyla rahibeler, ya da mavi önlüklü şarap satıcıları en kibar bulvarlarda dolaşırdı. Irk, sınıf ve neyin nesi gibi umacılar kimsenin umurunda değildi. Herkes dilediğiyle konuşur, gezerdi ve kimse başını çevirip bakmazdı. Gece yarısından sonra en kibar genç çiftlerin sokakta dansa başlaması için ille de dört Temmuz olması gerekmezdi; polis böylelerine gülüp geçerdi. Çünkü sokaklar herkesindi! Kimse kimseden çekinip sıkılmazdı. Hanım hanımcık küçük burjuva bayanlar yolda rastladıkları fahişelere burun kıvırıp geçmez, merdiven başlarında durup onlarla çene çalar, çocuklar onlara çiçek verirdi. Bir gün kibar lokantaların birinde bir vaftiz töreninden gelen Normandiyalı zengin köylülere rastlamıştım. Köy giysileri vardı sırtlarında; ağır ayakkabıları takır takır ses çıkarıyordu. Aşırı pomatlı saçlarının kokusu mutfağa kadar yayılıyordu. Yüksek sesle konuşuyorlardı. İçtikçe sesleri daha çok yükseliyor, şişman karılarının kaba etlerine hiç çekinmeden vuruyorlardı. Pırıl pırıl fraklar ve zengin tuvaletler arasında bulunmaktan hiçbir tedirginlik duymuyorlardı. Sinekkaydı tıraşlı garsonlar da köylü müşterilerine burun kıvırmıyor, bir bakana ve ekselansa servis yapmışçasına incelik gösteriyordu. Paris çelişkilerin yanyanalığından başkasını bilmiyordu; yukarısı ve aşağısı diye bir şey yoktu. Gösterişli ana yollarla onların hemen yanıbaşındaki pis yan sokaklar arasında göze çarpan bir sınır yoktu.’’  

 Batı metropolleri yaşam tarzı farklılıklarını kent kültürü içinde eritebilme yetkinliği açısından hala bizden çok ileride. Çünkü, Avrupalı elit  yerleşikle göçer arasında ortak bir kentlilik bilinci yaratmadan kendi yaşam biçimini garanti altına alamayacağını 20. yüzyılın başında anlamıştı. Ancak Türkiye'nin sözde seçkinleri, göçerlerin kente uyumunu sağlayarak kolektif bir bilinç yaratmaya hiçbir zaman yeltenmedi. Yerleşikle göçer arasındaki sosyal, kültürel, ekonomik ayrımların ancak eğitimin, bilimim, aklın, edebiyat ve sanatın  potasında eritilebileceğini kavrayamadı. Böylece, çaresizlikten kime neye sarılacağını bilemeyen kendilerine sahip çıkacak ilk gurup ya da kurumun kolu kanadı olmaya hazır göçerleri tarikatların cemaatlerin, Siyasal İslam'ın, radikal dinci örgütlerin kucağına ittiler. Bu tarihi yanlış  Türkiye'nin III. Selim'le başlayan (1789-1807) Batılılaşma, modernleşme uğraşlarının heba edilmesine yol açtı, Türkiye'yi 15 Temmuz darbe girişimine kadar sürükledi.  

Bugün, yaşam tarzları tehdit altında bulunan sözde seçkinler hala geçmişte yaşananları nedenler ve sonuçlar bağlamında analiz etmemekte direniyor. Bu akıl almaz kayıtsızlığın sürmesi durumunda Türkiye çağdaş bir toplum yaratma umudunu sonsuza dek yitirecek. Bu nedenle geçmişte yapılan yanlışların eleştirel bir bakış açısıyla analiz edilmesi doğru stratejilerin oluşturulması bakımından kritik bir önem taşıyor.

Gereksinimiz, ahlaki, hukuki, siyasi evrensel ilkeler üzerine yapılandırılacak yeni bir paradigma. Bu paradigmayı oluşturmanın yolu, tek başına iktidara gelmesi olanaksız muhalefet partilerine destek vermekten, ayrışmadan, eylemsizlikten değil yeni sivil toplum kuruluşları, yeni siyasi hareketler, yeni medya yapıları örgütlemekten, çağdaşlığın bayrağı altında ortaklaşmaktan geçiyor.






1 yorum:

  1. Çok başarılı bir yazı olmuş. Keyifle okudum.Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil