Yaşam,
mutluluk beklentisinin ardı sıra sürüklenen sonlu, sonlu olduğu kadar da
bezdirici bir mücadele. Bu süreçte,
neredeyse her gün kendimize yönelttiğimiz ''Mutluluk nedir'' sorusu tıpkı
yaşamın anlamı nedir sorusu gibi ortak betimlemelerle içi doldurulamayacak bir
soru. Öyle ya, tanımlayamadığımız,
içinde yaşanılan kültüre, ana, koşullara
göre sürekli güncellenen ve kimin yazdığı belirsiz bir reçete mutluluk. Hızla akıp giden zaman
içinde, an koşutunda duyulur algılanabilir olan ardından belirsizleşen, günlük akışla saç saça baş
başa gelen bir hayalet adeta.
Mutluluk, bazen refah kılığında, bazen aşk sevgi cinsellik soyutlamalarıyla, bazen anne, baba, eş sıfatlarıyla bazen de zindelik, sağlık kılığında çıkar karşımıza. O, iddia edilenin aksine sürdürülebilir değildir, ileri anlarda kullanılmak üzere biriktirilemez ve onun en büyük düşmanı konformizmdir.
Mutluluk, bazen refah kılığında, bazen aşk sevgi cinsellik soyutlamalarıyla, bazen anne, baba, eş sıfatlarıyla bazen de zindelik, sağlık kılığında çıkar karşımıza. O, iddia edilenin aksine sürdürülebilir değildir, ileri anlarda kullanılmak üzere biriktirilemez ve onun en büyük düşmanı konformizmdir.
Birileri,
her saat her dakika kulağımıza “mutluluğu
istiyorsun, onu hak ediyorsun; o sana ait, onu elde edebilirsin, öyleyse git
yakala onu” diye fısıldar. Çünkü insanların yol gösterilmesine, kalıplaşmış öğütlere gereksinim duyduğunu bilen düzen bu sesleri izlemeni ister. Oysa bu fısıltılar geçici sanrıların yarattığı direnilmesi, karşı konulması gereken yanılsamalardan başka bir şey değildir. Öyle ki, benlik sahibi insan, soyutlamalardan ibaret ideallerin arkasından körü körüne koşacak
bir varlık değildir. İnsan, kendi kendine karar verir ancak bunu doğayla,
duygularıyla, önsezileriyle, iletişim içinde bulunduğu kişilerle uyum içinde
yapar. Yani kişisel yaşantımız sandığımız
kadar kişisel değildir, dolayısıyla kendimizi başkalarının yaşamlarına
verdikleri anlamdan ayrı düşünemeyiz...
Herkes,
gönderilen bir iletinin, şarkının, şiirin veya dillendirilen bir anlatının,
yapılan bir betimlemenin ardından yapılan ''Sakın anlam yükleme, ya da yanlış
anlama '' uyarısıyla sayısız kez
karşılaşmıştır. Oysa, mutluluk, sevgi, vicdan ya da toplum özgürlük ve adalet
gibi olgular ancak anlam yüklenerek kavranabilir. Çünkü duyu organlarımızla
algılayamadığımızı sadece bilişsel yetkinliğimizle anlamlandırabiliriz. Kavramlar
ancak zihindeki diğer kavramlarla bir araya geldiğinde anlam kazandığına göre
''Anlam yükleme'' uyarıları tamamen boşa düşer. Gerçekten de, insan anlam
yükleme yeteneğiyle insandır. Nietzsche,
''insan şeylerde onlara kattıklarından başka bir şey bulamaz der: Hal böyle
olunca doğal olarak kimimiz mutluluğu
özgürlük bağımsızlık özerklik kimimiz de
bağlılık bağımlılık, adanmışlık olarak algılar. Kısacası, herkesin mutluluk
tanımı özneldir dolayısıyla mutluluğun tanımı üzerinde uzlaşı
olası değildir. Oysa, iş
mutluluğun biyokimyasına gelince her şey çok daha belirgindir. Kendimizi
''mutlu'' hissettiğimizde hangi hormonların, neden, ne kadar süreyle salgılandığı
bellidir. Ama çoğumuz beynin salgıladığı
hormonlarla mutluluk olgusunun ilişkilendirilmesini yadsır, çünkü bize seçim
yapma, yaşamına yön verme yetkinliğine sahip varlıklar olduğumuz
öğretilmiştir.
Gerçekten
öyle miyiz?
''Kimse kendinden fazlasını göremez.
İnsan başkasında, kendinde olan kadarını görebilir çünkü karşısındakini ancak
kendi bilgisi, zekası ölçüsünde kavrayabilir. Sadece onun kendisiyle ortak
zayıflıklarını, zaaflarını ya da kişilik özelliklerini algılayabilir...'' Arthur Schopenhauer Yaşam Bilgeliği Üzerine
Aforizmalar