2 Nisan 2018 Pazartesi

Mutluluk


Yaşam, mutluluk beklentisinin ardı sıra sürüklenen sonlu, sonlu olduğu kadar da bezdirici bir mücadele.  Bu süreçte, neredeyse her gün kendimize yönelttiğimiz ''Mutluluk nedir'' sorusu tıpkı yaşamın anlamı nedir sorusu gibi ortak betimlemelerle içi doldurulamayacak bir soru. Öyle ya, tanımlayamadığımız,  içinde yaşanılan kültüre, ana, koşullara  göre sürekli güncellenen ve kimin yazdığı belirsiz bir  reçete mutluluk. Hızla akıp giden zaman içinde, an koşutunda duyulur algılanabilir olan ardından belirsizleşen, günlük akışla saç saça baş başa gelen bir hayalet adeta. 
Mutluluk, bazen refah kılığında, bazen aşk sevgi cinsellik soyutlamalarıyla,  bazen anne, baba, eş sıfatlarıyla bazen de zindelik, sağlık kılığında çıkar karşımıza. O,  iddia edilenin aksine sürdürülebilir değildir, ileri anlarda kullanılmak üzere biriktirilemez ve onun en büyük düşmanı konformizmdir.

Birileri, her saat her dakika kulağımıza “mutluluğu  istiyorsun, onu hak ediyorsun; o sana ait, onu elde edebilirsin, öyleyse git yakala onu” diye fısıldar. Çünkü insanların yol gösterilmesine, kalıplaşmış öğütlere gereksinim duyduğunu bilen düzen bu sesleri izlemeni ister. Oysa bu fısıltılar geçici  sanrıların yarattığı direnilmesi, karşı konulması gereken yanılsamalardan başka bir şey değildir.  Öyle ki, benlik sahibi insan, soyutlamalardan ibaret ideallerin arkasından körü körüne koşacak bir varlık değildir. İnsan, kendi kendine karar verir ancak bunu doğayla, duygularıyla, önsezileriyle, iletişim içinde bulunduğu kişilerle uyum içinde yapar. Yani kişisel yaşantımız  sandığımız kadar kişisel değildir, dolayısıyla kendimizi başkalarının yaşamlarına verdikleri anlamdan ayrı düşünemeyiz... 

Herkes, gönderilen bir iletinin, şarkının, şiirin veya dillendirilen bir anlatının, yapılan bir betimlemenin ardından yapılan ''Sakın anlam yükleme, ya da yanlış anlama '' uyarısıyla sayısız kez karşılaşmıştır. Oysa, mutluluk, sevgi, vicdan ya da toplum özgürlük ve adalet gibi olgular ancak anlam yüklenerek kavranabilir. Çünkü duyu organlarımızla algılayamadığımızı sadece bilişsel yetkinliğimizle anlamlandırabiliriz. Kavramlar ancak zihindeki diğer kavramlarla bir araya geldiğinde anlam kazandığına göre ''Anlam yükleme'' uyarıları tamamen boşa düşer. Gerçekten de, insan anlam yükleme yeteneğiyle insandır.  Nietzsche, ''insan şeylerde onlara kattıklarından başka bir şey bulamaz der: Hal böyle olunca doğal olarak  kimimiz mutluluğu özgürlük bağımsızlık özerklik kimimiz  de bağlılık bağımlılık, adanmışlık olarak algılar. Kısacası, herkesin mutluluk tanımı özneldir dolayısıyla mutluluğun tanımı üzerinde  uzlaşı  olası değildir.  Oysa, iş mutluluğun biyokimyasına gelince her şey çok daha belirgindir. Kendimizi ''mutlu'' hissettiğimizde hangi hormonların, neden, ne kadar süreyle salgılandığı bellidir.  Ama çoğumuz beynin salgıladığı hormonlarla mutluluk olgusunun ilişkilendirilmesini yadsır, çünkü bize seçim yapma, yaşamına yön verme yetkinliğine sahip varlıklar olduğumuz öğretilmiştir. 

Gerçekten öyle miyiz?


''Kimse kendinden fazlasını göremez. İnsan başkasında, kendinde olan kadarını görebilir çünkü karşısındakini ancak kendi bilgisi, zekası ölçüsünde kavrayabilir. Sadece onun kendisiyle ortak zayıflıklarını, zaaflarını ya da kişilik özelliklerini algılayabilir...''  Arthur Schopenhauer Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar