18 Ocak 2024 Perşembe

Düşünsel Ortaçağ







Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Şerif-î'nin okunmasıyla başlayan modernleşme dönemiyle birlikte Avrupa’ya çok sayıda öğrenci gönderilir. Ne var ki, bu öğrenciler arasında ekonomi eğitimi için gönderilenler yok denecek kadar azdır. Oysa, aynı yıllarda tıpkı Osmanlı gibi geri kalmışlıktan kurtulma uğraşındaki Japonya'nın Batı’ya gönderdiği öğrencilerin neredeyse tamamı ekonomi ve mühendislik eğitimi alıyordu. Öyle ki, matematiksel yöntemlerin ekonomi bilimine uyarlanmasına öncülük eden ekonomist William Stanley Jevons’un(1835-1882) yabancı öğrencilerinin çoğunluğunu Japon öğrenciler oluşturuyordu...

Bir toplum düşünün ki, 16. Yüzyılda ortaya çıkan Merkantilizm’i, 18. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Liberalizm’i, 19. Yüzyılın ortalarında doğan Marksizm’i kavrayamamış, anlayamamış, doğru bilgilerle doğru düzlemlerde tartışmamış.

Bir ''yönetici patron'' kastı düşleyin ki, yüzlerce yıl ekonomi biliminden bihaber yaşamış. Bağırsa sesini duyurabileceği uzaklıktaki Avrupa’da, yüzlerce yıl olup biteni izlememiş. Batı'yı sadece teknoloji, bilgi, makine devşireceği bir coğrafya olarak görmüş.

Bir ''seçkinler'' sınıfı düşünün ki; Batı Aydınlanması'nın, modernizmin ardındaki ekonomik, sosyal, kültürel olguları anlayamamış. Burjuvaziyi kravat takmakla, mini etek giymekle, başkalarınca yaratılan teknolojileri kullanmakla eşdeğer görmüş. Hurafelerin, dogmatizmin içinde  benliğini yitirerek ne Batı'ya ne Doğu'ya ait iğreti bir yaşam biçimini benimsemiş.

Birçok organizasyonda ortak aklın yerini dayatma, liyakatin yerini nepotizm, dayanışmanın yerini rekabet, analizin yerini sezgi, bilginin yerini cehalet almış durumda. Bu inanılmaz aymazlığın nedeni düşünsel üretimden, bilim, akıl ve sentezden uzak yaşam şeklimizden başka bir şey değil. Üstlendikleri sorumlulukların koşutunda pozitif bilimlerle iç içe bir yaşam şeklini içselleştirmeleri gereken yönetenlerin çoğu bilgisiz. Yönetenler, sürekli yeniden üretilen, inanılmaz bir hızla değişen, dönüşen, çoğalan bilgiyi izleme zorunluluğuyla, üstlendikleri sorumluluklar arasındaki derin ilişkiyi bir türlü kavrayamıyorlar... 

Antik Çağ  filozoflarının  eserlerini verdiği felsefenin, bilimin doğduğu topraklar üzerinde hala düşünsel bir Orta Çağ yaşıyoruz. Sentezsiz karşıtlığın çıkmaz sokaklarında nesiller harcamayı sürdürüyoruz. Düşünmeden, yaratmadan, üretmeden dönüşmenin olanaksızlığını kavrayamıyoruz. Sığ, soyut ve kimse için değer yaratmayan/yaratmayacak tartışmalar içinde yerimizde sayıyor hatta geriliyoruz. Modernlik, ulusalcılık, İslamcılık soslu bir sarmalın, çıkar kavgalarının, koyu bir cehaletin içinde patinaj yapıyoruz. Ülkenin tek bir küresel markaya sahip olmaması hiçbirimizin umurunda değil. İnşa ettiğimiz sömürge ekonomisinin ürünü olan plazaları, alışveriş merkezlerini, yolları, köprüleri, rezidansları birer gelişmişlik ölçütü olarak görüyor, gururlanıyoruz. Akıl almaz bir gönüllükle cahil sermayedarlara uşaklık etmeyi sürdürüyoruz.  Demokrasi havarisi kimliğiyle sosyal düzlemlerde boy gösteren işinsanlarının, ofislerde, toplantı salonlarında birer despota, birer ruh tacizcisine dönüşmesini tepkisizce  izliyoruz. Her ortamda, liderlik söylevleri veren, yönetim kalitesi üzerine ahkâm kesen, ''kalıtsal yönetici''lerin, CEO’ların kendi çalışanlarınca bile ‘’lider’’ olarak görülmemesini anlayışla kabul ediyoruz.  Uzak görüş yoksunluğunun, yenilik üretememenin, teknoloji yaratamamanın nedenleri üzerinde hiç akıl yormuyoruz. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi cahil sermayedar yöneticilerin eseri olan ilkel iş kültürü içinde tacize uğruyor, mobbing'e maruz kalıyor, itilip kakılıp aşağılanıyoruz. 

Kitaplarda, gazetelerde, dergilerde okuduğumuz televizyon ekranından, takip ettiğimiz kahraman patron, şirketini ihya eden başkan mitleriyle, iş dünyasının gerçekleri arasındaki paradoksu kavramadan bu kuşatmayı yaramayacağız. Ancak ve ancak bu liyakatsizler kuşatmasını yardıktan sonra;  insana ve onun eseri olan evrensel öğretilere, yönetene yönetilene, bireye ve topluma  aklın penceresinden bakmayı becerebiliriz.