28 Şubat 2015 Cumartesi

Sosyal Medya






Artık bir sosyal psikoloji laboratuvarımız var; sosyal medya.  Burası, farklı yaşam anlayışlarını, insanların bilinçdışını, gelgitlerini doğrudan gözlem yoluyla irdelemek için harika bir laboratuvar. Tek tipleştirilmiş, bireysel benliği yok edilmiş; kendi yarattığı simgelerin, statülerin kölesi olmuş, günümüz insanın gerçekliğin dışına nasıl savrulduğunu, anormalliklerini nasıl normalleştiğini, gerçek kişiliklerle pazarlanan kişilikler arasındaki derin ayrımı analiz edilebileceğimiz harika bir laboratuvar.

Kimler yok ki bu laboratuvarda: 
Teşhirciler, şehvet düşkünleri sevgili veya seks partneri peşindeki evli bekarlar. 
İş kurmak, iş geliştirmek isteyenler, iş arayanlar. 
Düşünce savaşçıları, fikir önderleri. 
Nihilistler, pragmatistler, idealistler, hedonistler. 
Siyasetçiler, akademisyenler, patronlar, çalışanlar. 
Komünistler, muhafazakarlar, liberalistler, anarşistler...

Günlük yaşamda karşılaşılan olgularla sosyal medyadaki olgular önemli oranda örtüşmekle birlikte gerçek yaşamla sanal yaşam arasında belirgin bir ayrım var. Öyle ki, insanlar sanal ortamda eylem ve duygularını gerçek yaşama oranla çok daha cüretkar sergiliyorlar. Örneğin, makam ve güç tapınıcıları gerçek yaşamda kapalı kapılar ardında yaptığı yalakalıkları sosyal medyada ulu orta yapıyorlar. Kişisel çıkar düşkünleri sosyal medya içeriklerini paylaşanın sosyal konumu, cinsiyeti hatta o kişiden beklentileri paralelinde beğeniyorlar ya da beğenmiyorlar. Gerçek yaşamda içe kapanık bir kişilik sanal ortamda saldırgan bir kişiliğe, karşı cinse yaklaşma korkusu olan bir kişilik gerçek bir tacizciye dönüşebiliyor.    
Sosyal.medya aynı zamanda, erkekler de satiriasis, kadınlarda da nemfomani olarak adlandırılan aşırı seks düşkünlüğü hastalığı mağdurlarının en gözde platformlarından biri. Evli bekarlar, sadık eş maskeli sapıklar bu düzlemi doymak bilmez şehvetlerini tatmin etmek için kullanıyorlar. 

Oysa, sosyal medya, yeryüzünü daha yaşanır insanları daha mutlu kılacak farklı düşüncelerin, yaşam biçimlerinin tartışılması, siyasetçilerin, akademisyenlerin, sıradan insanların fikir alışverişinde bulunması, işsizlerin iş edinmesi, girişimcilerin işlerini geliştirmesi, sanatçıların eserlerini, akademisyenlerin yayınlarını paylaşması bağlamlarında müthiş olanaklar sunan bir mecra.
Burası sınırsız, bayraksız, vizesiz, gümrüksüz dünyaya açılan bir kapı; her inançtan, her ideolojiden insanın kolaylıkla karşılaşabileceği bir buluşma noktası... İnsanın, siyaset, yaşam, doğa, bilim, dostluk, sevgi, aşk sanat bağlamında düşüncelerini dilediğince ve özgürce açıklayabileceği bir vaha. Umarım bir gün doğruyu, mutluluğu bulmak, daha güzel bir dünya yaratmak ereğiyle kullanmayı öğrenebiliriz.


11 Şubat 2015 Çarşamba

Dinle Küçük Adam

''Her geçen gün, her geçen hafta, her geçen on yıl, bir efendiyi bırakıp, öteki efendiyi göklere çıkaracaksın. Yüzyıllar boyunca, yaşamın korunması gereken durumlarda kan dökeceksin ve özgürlüğü, cellatların yardımıyla sağlayacağına inanacaksın; böylece kendini tekrar tekrar aynı bataklığın içinde bulacaksın.  Yüzyıllar boyunca kendini bir şey sanan laf ebelerinin dediklerini yapacaksın ve yaşam, senin yaşamın, seni çağırdığında sağır kesilecek duymayacaksın. Çünkü yaşamdan korkuyorsun, küçük adam, çok korkuyorsun. Yaşamı öldüreceksin, bunu yaparken de liberalizm, sosyalizm, demokrasi uğruna ya da devlet ulusal onur uğruna ya da din uğruna yaptığına inanacaksın. 

Senin bilmediğin ve de bilmek istemediğin tek bir şey var: Kendi zayıflığını saatten saate, günden güne yaratmakta olan sensin; çocuklarını anlamıyorsun, özgüvenlerinin gelişmesine olanak vermeden öldürüyorsun onları, köreltiyorsun; dimdik ayakta durmalarına fırsat kalmadan bel kemiklerini kırıyorsun; sevgiyi çalıyorsun, para delisisin sen. Başkalarına üstün olmak, onları yönetmek,güçlü olmak için can atıyorsun, iktidar delisisin sen; iktidar olabilmek için kapında köpek besliyorsun.

İşte bütün bunları bilmiyorsun sen küçük adam.

Yaşamdan korkuyorsun sen!

Belli bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık alçaklıkların, çirkin yöntemlerin geçerli olduğunu sanıyorsun.
Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldur. Bugün attığın her adım, senin yarınki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz. Yaptığın her toplumsal  devrim bunun doğruluğunu gösterdi. Ereğe giden yolun kötülüğü, iğrençliği ya da insancıllıktan uzaklığı, seni de kötü, seni de insanlık dışı yaptı  ereğe varmanı da olanaksız kıldı.

Yüzyıllar süresince yolunu bulamayacaksın.  Yüzyıllar sonra ilk kez kendi içine baktığında varlığının korkunçluğu ve çirkinliği zayıf bir kıvılcım olarak belirecek. Sonunda yavaş yavaş gidecek ve karanlıkta el yordamıyla yolunu bulan biri gibi dostunu-yaşamın sevgi, çalışma ve bilgi üzerine kurulduğuna inanan adamı aramayı öğreneceksin, onu anlamayı ona saygı duymayı öğreneceksin.

Bundan sonra yaşamın için kitaplığın futbol maçında daha önemli olduğunu anlamaya başlayacaksın; ormanda düşüne düşüne yürümenin sokaklarda tören yürüyüşü yapmaktan daha önemli olduğunu, iyileştirmenin öldürmekten, sağlıklı bir özgüvenin ulusal bilinçten daha önemli olduğunu ve alçak gönüllülüğün yurtsever ya da yurt düşmanı naralarından daha iyi olduğunu anlamaya başlayacaksınız...''

Psikiyatri tarihinin en radikal isimlerden biri olan Wilhelm Reich tarafından yazılan Dinle Küçük Adam isimli kitabı ilk kez 18 yaşında okumuş ve çok etkilenmiştim. Sonra belirli aralıklarla tekrar okudum bu eseri. Reich, kitabında, bireysel benliğini yitirmiş,  kendi yarattığı simgelerin kölesi olmuş çağdaş insanın kimlik bunalımlarını çok etkileyici bir biçemle dile getiriyor. Zamanın ve mekanın önüne geçmiş saptamaları bugün hala geçerliliğini koruyor.

Reich, hatırı sayılır bir analist olarak tanınmıştı. Kişisel nevrotik semptomlar yerine karakter yapısına odaklandı Reich. Hastalarda ortaya çıkan nevrozların fiziksel, cinsel, ekonomik ve sosyal şartlardan kaynaklı olduğunu savundu. Ruhsal hastalıkların tedavisinde cinselliği bir tedavi aracı olarak kullandı, başarı sağladı ancak muhafazakar toplumdan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Ergenlik dönemi cinselliği, evlilik dışı cinsel ilişki, doğum kontrol hapı ve kürtaj yolu ile doğum kontrolü ve kadının ekonomik bağımsızlığını kazanması gibi önemli konulara önayak oldu. Ne var ki, her sıra dışı düşünür, bilim adamının tarih süresince karşılaştığı barbarlıkla  Wilhelm Reich'de tanıştı.   12 Aralık 1941'de  Reich, gece saat 02'de evindeyken FBI tarafından komünist geçmişe sahip olan bir göçmen olduğu gerekçesiyle tutuklandı ve üç haftadan fazla tutulacağı Ellis Island'a götürüldü. FBI tarafından Reich'e evinde bulunan Hitler'in Kavgam,Troçki'nin Hayatım ve çocuklar için rusça alfabesi kitaplarıyla ilgili sorgulandı. Sonunda, 5 Ocak 1942'de serbest kaldı. Ne var ki, kapitalist üretim biçiminin bir sonucu olan iki yüzlü ahlak anlayışı ve onun yılmaz savunucuları Reich'ın peşini  hiçbir zaman bırakmadı. Nitekim, 10 Şubat 1954'te, ABD savcılığı, Reich tarafından geliştirilen orgon akümülatörlerinin eyaletler arası dolaşımının ve Reich'in bu cihazın reklamını yapan yazılarının yasaklanması istemiyle dava açtı. Reich, hiçbir mahkemenin onun çalışmalarını değerlendirebilecek yetkinlikte olmadığını söyleyerek mahkemeye çıkmayı reddetti.  Mahkeme 19 Mart 1954'te, yasaklama kararını Reich'in gıyabında onayladı. Ancak Reich'in bilgisi olmadan, öğrencilerinden biri olan Dr. Michael Silvert yasaklama emrini ihlal ederek mahkemece yasaklanmış bazı kitaplarını Maine eyaletindeki Rengeley Kasabası'ndan New York'a götürdü. Reich ve Silvert mahkemeye itaatsizlik ile suçlandı. Bir kez daha Reich yasal savunmasını yapmayı reddetti ve bunun üzerine Maine'de Portland'daki mahkemeye zincire bağlanmış olarak çıkarıldı. 7 Mayıs 1956'da mahkemeye itaatsizlikten suçlu bulundu ve iki yıl hapse mahkum edildi. Ayrıca mahkeme Reich'a ait altı ton ağırlığındaki kitap, dergi ve makalenin yakılmasına karar verdi. Karar New York'un doğu yakasında 25. Cadde'deki Gansevoort çöp yakma fırınında yerine getirildi. 20. yüzyılın ortasında üstelik özgürlükler ülkesi olarak adlandırılan Amerika'da bir insanlık suçu işlendi. Wilhelm Reich 22 Mart'ta Pensilvanya eyaletindeki, Federal Cezaevi'ne gönderildi. Bu sıra dışı insan bir daha o cezaevinden dışarıya çıkamayacaktı.  Reich, 3 Kasım günü cezaevindeki yatağında ayakkabıları dışında tamamen giyinik halde ölü olarak bulundu. Orgonon'da orman içinde belirlediği bir araziye gömüldü. Ölümünde dini tören yapılmasını istemedi, sadece Franz Schubert'in bestelediği, Marian Anderson'un seslendirdiği Ave Maria şarkısı çalınmasını istedi. Reich'ın doktor arkadaşlarından Dr. Elsworth F. Baker, Reich'ın cenazesinde şunları söyledi: "Binlerce yıldır, dahası son iki bin yıldır insan ırkının kaderini değiştirecek böyle bir adam dünyaya geldi. Tüm büyük adamlara olduğu gibi; çarpıtma, iftira ve zulüm onu izledi. O hepsiyle mücadele etti, ta ki organize komplo tezgahı onu hapishaneye gönderip öldürünceye kadar.''

10 Şubat 2015 Salı

Çalıyorlar

Devletten, şirketten, halktan, tüketiciden, küçük ortaktan, çalışandan çalıyorlar. Koltuk ve güç sahipleri içeriden soyarken; yüklenici, tedarikçi, müteahhit, komisyoncu, ajans görünümündeki işbirlikçileri dışarıdan soyuyor.
Her kılığa giriyorlar: Bakan, bürokrat, iş adamı, CEO, gazeteci, genel müdür, direktör, müdür, uzman, yönetim kurulu başkanı, akademisyen...
Her yöntemi kullanıyorlar: Rüşvet, kayırma, komisyon, gizli ortaklıklar, vergi indirimleri, muafiyetleri ihracat teşvikleriyle çalıyorlar. 
Arsa spekülasyonları, siyasi ilişkileri, imar planı değişikleriyle çalıyorlar. Eşe, akrabaya, hemşeriye, dosta, metrese, sevgiliye çıkar, mevki, iş sağlayarak çalıyorlar. Borsa manipülasyonlarıyla, henüz kamuya açıklanmamış şirket bilgilerini yasa ve yönetmelikleri menfaat sağlamak amacıyla kullanarak çalıyorlar. Saat, cep telefonu, PC, araba, yat, kat, takım elbise türü hediyeler kabul ederek çalıyorlar.
Ve maalesef çaldıkları  hırsızların yanına kar kalıyor. Kimse ahlaksızlıklarını yüzlerine vurmuyor.  Sosyal düzlemlerde, medyada, şölen sofralarında, devlet dairelerinde, plazalarda hepsi itibar görüyor: Önlerinde, ceketler ilikleniyor, insanlar karşılarında el pençe divan duruyor, ayakta karşılanıyorlar. Yargısıyla, yürütmesiyle yasamasıyla medyasıyla koca bir ülke seyirci ve onlar ÇALIYORLAR. 


En kötüsü ise, milyonlarca yoksul insan hırsızlıkla edinilmiş servete, refaha ve lükse özeniyor. Herkes çalmak için fırsat kolluyor, sıra bekliyor. Eğriyle doğru, erdemle erdemsizlik arasındaki derin ayrım yok ediliyor. Değer, liyakat, hak etme, kazanma olgularının içi boşaltılıyor. Çalmak kazanmaktan, el koymak hak etmekten daha değerli olurken koca bir ülke içten içe çürüyor, kokuşuyor,  korkunç bir sona sürükleniyor...

9 Şubat 2015 Pazartesi

Sorun Sadece Siyasi Değil

Son elli yıldır, aile holdingleri/patron dernekleri güdümündeki bir koro; devletin kaynak israf ettiğini, adam kayırdığını,verimsiz çalıştığını, yöneticisinin bürokratının liyakatsiz ve ileri görüş yoksunu olduğunu, yolsuzluk yaptığını tekrarlayıp durdu. Ancak aynı koro, onlarca yıl önce başlayan kalkınma uğraşlarının bir refah toplumu yaratamamasında; en az devlet kadar kötü yönetilen, en az devlet kadar kaynak israf eden,en az devlet kadar adam kayıran, en az devlet kadar yolsuzluk yapan, en az devlet kadar liyakatsiz ve vizyonsuz yöneticilere sahip olan özel sektörün sorumluluğunu nedense hep göz ardı etti. Devleti demokrat, çoğulcu, özgürlükçü olmamakla suçlayan aynı koro kendi şirketlerindeki mutlak monarşiyi, ben bilirimciliği, tek adamcılığı, nepotizmi(Kayırmacılık) nedense görmemezlikten geldi.

Bugün, Türk Toplumu, aile holdinglerinin  uluslararası alanda başarı, küresel markalar şirketler yaratma, özgün bilgi ve teknoloji üretimi hedeflerinden yoksun olmasının ağır bedelini ödüyor. Kan bağıyla konum elde etmiş liyakatsiz ''kalıtsal yönetici''ler sadece geleceği değil geçmişin sınırlı kazanımlarını da riske atıyor. 

Sermaye sahibi olmakla yönetmek arasındaki ayrımı kavrayamayan aile holdinglerinin, baba, oğul, yeğen, damat torun,eş dost yönetimi; şirketleri birer aile çiftliğine, profesyonel yöneticileri ise birer çiftlik kahyasına dönüştürdü. Milyonlarca çalışan uzmanlaşmayı, ortak aklı yadsıyan her şeyi bildiğine inanan ''kalıtsal yönetici''lerin liyakatsizliğine katlanmak zorunda bırakıldı/bırakılıyor. 


Sermayedar yöneticiler, şirketlerini işin uzmanlarına emanet edilemeyecek birer aile yadigarı olarak görüyorlar. Var olanı sürdürme, küçük olsun benim olsun, en az %51'i bende kalsın ki son sözü söyleyeyim anlayışı; Türkiye'yi gelişmişlik yarışında önce İspanya, Yunanistan, Portekiz’in sonra da kapitalizmle kalkınma modelini bizden çok sonra benimseyen Uzak Doğu ülkelerinin gerisinde bıraktı. Bugün dünyanın en değerli ilk beş yüz markası sıralamasına Çin’in 19, Güney Kore'nin 9 Hindistan'ın 7 markası bulunuyor ( BrandFinance-Global 500). İş lafazanlığa gelince mangalda kül bırakmayan Türk Sermayedarları tek küresel marka, tek küresel şirket yaratamadılar.

Tüm bunlar ne anlama geliyor?

Son 30 yıl içinde uygulanan ekonomik politikaların sonucunda devletin ekonomi içindeki ağırlığı önemli oranda azaldı. Özel sektörün gayri safi yurt içi hasıla içindeki payı yüzde doksanın üzerine çıktı. Artık yetmiş beş milyon insanın refahı, geleceği, işi, aşı doğrudan özel sektörün küresel düzlemde göstereceği başarılara endeksli. Dolayısıyla kalitesiz yönetim, kurumsallaşamayan aile şirketleri sorunları cahil patronların, şirket hissedarlarının sorunu olmanın ötesine geçti ve toplumsal bir boyut kazandı.

Yukarıdaki saptamalar kadar önemli bir diğer sorun da bu konuların hangi araçlarla, hangi düzlemde tartışılacağı sorunudur. Aile şirketlerinin, iktidarın boyunduruğu altındaki medyanın taraflı düzleminde iş dünyasının sorunlarının tartışılmayacağı bir gerçek. Öyle ki, yazılı ve görsel basında kötü yönetilen şirketler, cahil CEO’lar, despot liderler, ileri görüş yoksunu patronlar, mutsuz çalışanlar, yolsuzluk yapan yöneticiler hakkında tek bir haber ya da analiz bulamazsınız. Bulamazsınız, çünkü reklam verenlerinin sponsorluğuyla davetten davete, sofradan sofraya koşan, ülkeden ülkeye uçan‘’magazin ekonomistleri’’, genel yayın yönetmenleri, özelikle de şirket analistleri patronların halkla ilişkiler sorumluları gibi çalışırlar. Çıkar düşkünü cahil patronların ve kişisel şöhretini artırma peşindeki CEO’ların ellerine tutuşturdukları demeçleri, şirket bültenlerini tartışılmaz doğrular olarak ekranlara gazete/dergi sayfalarına taşırlar. Oysa demokrasinin yürütme, yargı ve yasamadan sonra dördüncü temel ayağı konumundaki basının, en önemli toplumsal sorumluluklarından biri kamu denetçiliğidir. Bu bağlamda medya, işinsanlarının en az kendi çıkarları kadar toplumun da çıkarlarını gözetmesini sağlamak; mal ve hizmet pazarlarını, şirketleri, çalışma yaşamını çağdaş/evrensel normların ölçütleriyle halk adına irdelemek ve toplumu bilgilendirmekle yükümlüdür. 

Tüm bu koşullar göz önüne alındığında kitle iletişim araçlarının neredeyse tamamını bloke edebilecek bu orantısız güçle ancak alternatif iletişim araçlarını etkin kullanabilen bir örgütlenme başa çıkabilir. Bu bağlamda yıllardır aile holdingleri cehenneminde insan kalma uğraşı veren birikim sahibi profesyonellere önemli görevler düşüyor. Evet, profesyonel yöneticiler ve çalışanlar zaman yitirmeksizin bir araya gelmeli, dijital iletişim teknolojilerinin ve internetin sunduğu olanakları etkin kullanarak var olan ilkel iş kültürünü çağdaş bir yapıya dönüştürme doğrultusunda uğraş vermelidirler. Ülke kaynaklarıyla kurulan şirketlerin birer aile çiftliği, üç beş akrabanın keyfince hüküm sürdüğü kurumlar olarak kalmaması gerekliliği konusunda kamuoyunu aydınlatmalıdırlar. Patron derneklerinin, aile holdinglerinin ve cahil sermayedarlarının ekonominin gündemini belirlemesi, siyaseti yanlış doğrultuda şekillendirmeleri engellenmelidir. Aile holdinglerinin evrensel iş öğretilerinden, çağdaş trendlerden uzak iş anlayışlarıyla Türkiye'nin taklit,montaj ekonomisinden teknoloji ve marka yaratan bir ekonomiye geçemeyeceği konusunda Türk Halkı bilgilendirilmelidir.

Zaman, ''aile holdingleri sorunu bir memleket sorunudur'' kampanyasını başlatma zamanıdır


Hak Ettiğinden Fazlasına El Koyanlar

Amerika Gelişim Merkezi'ne göre 30 yılda Amerika'da nüfusun fakir sayılan %50'sinin geliri yüzde 6 artarken nüfusun en zengin kesimi (%1)için bu oran yüzde 299 olmuş. 1960 yılında Amerika'nın en büyük kuruluşlarındaki genel müdürlerin vergiden muaf olan ortalama maaşları diğer  çalışanların 12 katıyken bu oran yetmişli yıllarda  35 katına çıkmış. 1980'de ise ortalama bir CEO mavi yakalı bir çalışandan 42 kat daha fazla kazanırken, on sene sonra bu oran  84 kata ulaşmış. Seksenli yıllar süresince eşitsizlik ivme kazanmış ve 1990'ların ortasında 135 1999'da 400 ve 2000'de 531 kata ulaşmış.Günümüzde de bu akıl almaz adaletsizlik hız kazanarak devam etmektedir.

Ne yazık ki, Türkiye'de bu türden verilere ulaşmak neredeyse olanaksız. Eldeki tek kaynak şirketlerin faaliyet raporlarında, şirket yöneticilerine ödenen ücretler bölümünde, toplam meblağ olarak açıklanan veriler. Ancak teknoloji üretemeyen, küresel markalar yaratamayan hatta gelişmiş ülkelerden devşirdiği teknolojiyi bile doğru dürüst iş süreçlerine uyarlayamayan Türk iş dünyasının Batıyla rekabet edebildiği tek alanın, CEO ve üst düzey yönetici maaşları olduğu bir sır değil.

Peki, büyük başarılara imza atmış küresel şirketlerin diğer özellikleriyle rekabet edemeyen büyük aile şirketleri nasıl oluyor da konu üst yönetime ödenen ücretlere geldiğinde Batılı şirketlerle yarışabiliyor. Bu sorunun yanıtı aile şirketlerinin ortaklık yapısında ve yönetim şeklinde gizli. Kurumsallaşmamış aile şirketlerinde patron, hem sermaye sahibi hem de profesyonel yönetici konumundadır. O, şirket sahibi olarak hem koyduğu sermayenin getirisinden, hem de bir yönetici olarak astronomik maaş gelirinden nemelanır. Bu çarpık yapı CEO ve çevresindeki üst düzey şirket yöneticilerin yıllık gelir düzeylerinin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. İşçisine açlık, uzman kadrosuna yoksulluk sınırında bir gelir dayatan, "Çalışan çalışır, beğenmeyen gider." söylemini ağzında düşürmeyen sermayedar yöneticiler  iş yakın çevresindeki yöneticilerin ücretine geldiğinde kesenin ağzını sonuna kadar açarlar. ''Yönetici Patron''lar her zaman gösteri ve lafazanlık yeteneği yüksek bir CEO'ya ve onun emrindeki uyruklara muhtaçtır. Sermaye sahibi olmakla yönetme yetkinliği arasındaki derin ayrımı kavramaktan uzak ''Yönetici patron''ların çoğu topluluk önünde konuşamazlar, evrensel iş öğretilerinden bihaberdirler, üç beş tümceyi bir araya getirebilenler ise sağdan soldan duydukları yarım yamalak kavrayabildikleri klişelerle konuşurlar.Dolayısıyla ''patron yöneticiler'' ancak CEO ve ekibinin gösteri yapma yetenekleri aracılığıyla  cehaletlerini şirketin diğer hissedarlarından, piyasa analistlerinden ve kamuoyundan gizleyebilir. ''Yönetici Patron'', aldığı bu desteğin karşılığını yüksek ücretin yanı sıra; CEO ve ekibinin yönetsel yanlışlarını, astlarını taciz etmesini(mobbing), yönetim kalitesizliğini, zevk ve sefa alemlerine harcanan şirket kaynaklarını, küçük çaplı suistimal ve yolsuzlukları görmemezlikten gelerek öder.

Peki ,küresel düzlemde bir yenilik üretememiş, ithal ikameci sanayiden bilgi ekonomisine geçememiş bir ekonomide CEO ve ekibi ne iş yapar? 


Bence bu sorunun yanıtı koca bir ''hiç''tir. Öyle ki, büyük aile şirketlerinde kritik öneme sahip iş süreçleri genellikle alt ve orta kademe görev yapan uzmanlarca yapılandırılır, yönetilir. Bu insanlar gece gündüz,yaz kış demeden akıl almaz bir özveriyle büyük gemiyi yüzdürürler. Girdileri tedarik ederler, üretirler, pazarlarlar,satarlar, tahsil ederler... Daha da önemlisi; orta kademe yöneticiler, üst yönetimin yetki ve sorumluluk alanına giren ancak yerine getirilmeyen birçok kritik önemdeki görevi de üstlenirler: sistem kurarlar, süreç dizayn ederler, okurlar, araştırırlar, giderleri düşürmek için çırpınırlar. Ayrıca, üst düzey yöneticilerine astronomik ücretler ödeyen aile şirketlerinin çoğu düşük rekabet yoğunluğuna sahip sektörlerde, ölçek ekonomisinin kaldıraç etkisinden nemalanan  büyük şirketlerdir. Bu nedenledir ki, piyasanın o ünlü ''görünmez eli'' bu şirketlerdeki yönetsel kalitesizliği hemen cezalandıramaz. Eksik rekabet koşulları, onlarca soytarıyı, liyakatsiz üst düzey yöneticiyi  gizler. Büyüklük, yüz milyonlarca dolarlık hataların bile kolaylıkla hasır altı edilmesine olanak verir. Büyük ölçekli organizasyonlarda önemli yanlışların olumsuz sonuçları ancak yıllar sonra ortaya çıkar.  Gerçek o ki karizmatik lider algısı,astronomik ücretlere gerekçe yaratmak isteyen düzenbazlarca uydurulmuş koca bir yalandır. Diğer koca yalan ise; yeteneğin az sayıda insanın elinde toplandığı, bu yeteneklerin diğer insanları  yönetmesi gerektiği söylemidir. 

Genelin iyiliğini sağlamanın yolunun az sayıda insanın yeteneğini cilalayıp parlatmaktan, az sayıda yöneticiyi astronomik ücretlerle ihya etmekten en önemlisi de değerin gerçek yaratıcılarını süründürmekten geçmediğini artık anlamak zorundayız. 2008 krizinin, sosyal podyumlarda dünyayı ben yarattım, ben iyiyim, ben bilirim edasıyla dolaşan CEO kılığına girmiş insanların eseri olduğunu hiç unutmamalıyız. 

Çağ bilgi ve ortak akıl çağıdır.





8 Şubat 2015 Pazar

Duygusal Zeka Özgürlük ve Yaratıcılık

'En yamyam patronlar bile en sonunda anladılar ki, EQ (emotional quotient) yani ‘’duygusal zekâ’’ en az IQ (intelligance quotient) ‘’ bilgisel zekâ’’ kadar önemli, yönetenlere sadece zekâ yetmiyor, daha iyi yönetebilmek, daha verimli olabilmek için, yöneticilerin duygusal yeteneklerini geliştirmeleri gerekiyor.’’
Bu saptamalar yıllarca önce aramızdan ayrılmış olan sosyalist edebiyat profesörü Mina Urgan’a ait.  

Gerçekten de, yönetenin yönetileni kavrama uğraşındaki en önemli aracı duygusal zeka ve duygusal zekanın paralelinde gelişen duygudaşlık (empati) yapabilme yetkinliğidir. Ama gelin görün ki, on binlerce çalışan bu temel doğruyu kavramaktan aciz bilgisiz sermayedarlarca yönetiliyor bugün. ''İşe sakallı, bıyıklı adam kesinlikle almam. Kirli sakal da hiç sevmem. Her gün tıraş olacak bir kere. İşe Bodrum’a gider gibi gelinmez. Kot pantolon da de giyilmez! Kadınlar da mini etek, şort giyemez! Buranın da kendine göre bir ciddiyeti var. Yok, tişört olmaz! Gömlekle gelecek, giydiği şeyin bir yakası olacak. Çorabı düşük adam da sevmem. Eti gözükmeyecek…’’ 

Bu sözler ise, Anadolu kaplanları olarak isimlendirilen orta ölçekli işletmelerden birinin patronuna değil, ülkenin en büyük aile holdinglerinden birinin onursal başkanına ait. Sosyalist bir edebiyatçının duygusal zekanın iş dünyası içindeki öneminin ayırtına vardığı bir dünyada, sermayedar yöneticilerin liderliğin olmazsa olmaz niteliklerinden birini anlayamamış olması ne acı bir ironi değil mi? 

On binlerce çalışanı bulunan, iş çevrelerce rol model olarak benimsenmiş bir holding patronunun bireysel varoluşun karşısına böylesi bir pervasızlıkla dikildiğini görmek gerçekten ürkütüyor insanı. Evrensen iş öğretilerinden nasibini almamış bu üslup, yönetici sermayedarın yaşamın ve insanın gerçekliğinden ne düzeyde uzaklaşabileceklerinin ipuçlarını veriyor bize. 

Bu söylem aynı zamanda, aile şirketlerinin neden çok uluslu şirketlerin bayisi, montajcısı, acentesi ya da ülkenin büyük bakkalı, kasabı, mandırası, şıracısı, bozacısı, fırıncısı olmanın ötesine geçemediklerini, geçemeyeceklerini anlamanıza yardım ediyor. Ve bu söylem, aile şirketlerinin iş anlayışıyla, çok kültürlülük, özgürlük, yaratıcılık olguları arasındaki korkunç uçurumu gözler önüne seriyor. 

Tam da bu aşamada insanın aklına onlarca soru geliyor ; Özgür olmayan insan kendi yaşamının öznesi olarak taklit etmenin ötesine geçebilir mi?  Hangi çorabı, hangi pantolonu, hangi eteği, hangi gömleği giyeceğine, saat kaçta işe gelip kaçta çıkacağına, neyi ifade edip neyi ifade edemeyeceğine kendi iradesiyle  karar veremeyen insan yenilik ve değer yaratabilir mi? En önemlisi, bireysel özgürlüğü yok sayan böylesi bir kibrin boyunduruğu altında çalışan birey insan kalabilir mi?  

Tüm bu soruların yanıtını; ‘’ İnsanın her eylemi özgürlüğü gerçekleştirme uğraşının bir parçasıdır. Çünkü yapmak, başlı başına bir özgürlük işidir. Yapmak demek özgürlüğün gereğini yerine getirmek demektir’’ diyen Fichte veriyor. ‘’Akıl kendini, bireylerin yalnızca gerçek anlamda özgür olan edimleri dolayımında gerçekleştirir’’ diyen Hegel’de bir bakıma Fichte’ nin saptamasını onaylıyor.

Peki, patronları bu şekilde düşünürken bilgi, akıl ve uzmanlığın temsilcisi olması gereken profesyonel yöneticiler çalışanlarına hangi pencereden bakıyorlar? 

Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir söyleşi bu sorunun yanıtını olanca açıklığıyla gözler önüne seriyor. Söyleşiyi yapan gazetecinin, ‘’saat yedide işe gelen çalışanlarınızın kaçta işten çıkmasını istersiniz’’ sorusuna havacılık sektöründe faaliyet gösteren ülkenin büyük şirketlerinden birinin CEO’su alaylı bir biçemle ‘’saat yedide’’ yanıtını veriyor. Gazeteci şaşırıyor. ‘’ Vay be! Sabah yedide gelip akşam yedide gitmelerini istiyorsunuz, yani on iki saat çalışacaklar öyle mi?’’ diye soruyor. Çalışanlarının tüm enerjisine ve sosyal zamanlarına el koyma heveslisi CEO bu soruya ‘’ çalışanlarımıza iyi para ödüyoruz’’ yanıtını verirken, ‘’bu yüzden şirketimize yılda elli bin iş başvurusu oluyor’’ saptamasını yanıtına eklemeyi de ihmal etmiyor. Yanıt, CEO’nun, çalışabilir nüfusunun ancak yüzde 50'sinin iş gücüne katılabildiği, her dört gençten birinin işsiz olduğu, insanların işlerini seçme özgürlüğünden yoksun bulunduğu bir ülkede yaşadığını çoktan unuttuğunu gösteriyor. Diğer yanda, CEO yönettiği şirketin tıpkı diğer aile şirketleri gibi üst düzey yöneticiler dışında kalan çalışanlara yoksulluk sınırının altında ücret ödediğinden olsa gerek iyi ücretten ne kastettiğini de açıklamıyor. Söyleşinin en can alıcı noktası ise; gazetecinin ‘’ ne ölçüde empati yapabiliyorsunuz'' sorusuna aldığı yanıt. Adam, soruyu ‘’herkes benim gibi olsun istiyorum, karşımdakinin durumu nedir? Ancak iyi anlatırsa anlayabiliyorum. Empati kuramıyorum...’’ tümcesiyle yanıtlıyor. 

Belli ki, iş bitirici CEO’muz çalışanını kendi bulunduğu noktadan uzaklaşmadan kavramaya çalışan yöneticilerin başarısız kalmaya mahkum olduğundan da bihaber. Binlerce insanı yönetmekten sorumlu bu yönetici, kendi bulunduğun yerden ve empati yapmadan insanın yaratma gücünü, keşfetme kapasitesini kavrayamayacağını da bilmiyor. Çünkü beyefendi, tıpkı sermayedar efendileri gibi yaşamın gerçekliğinden çoktan kopmuş. Kendi düş dünyası içinde yaşıyor.

Dalkavuklarca her gün okşanan, allanıp pullanıp parlatılan kibir duygusal zekayı işte böyle köreltiyor. Oysa, çalışmanın yaşamı idame ettirmenin ötesine taşan anlamını keşfedememiş, insanın düşünsel ve edimsel özgürlüğünü yönetsel bir öncelik olarak içselleştirememiş iş modelleri; ne teknoloji ne küresel şirketler/markalar yaratabilir. Bu çağın çalışanları yaşam tarzlarını, giydiklerini, inandıklarını değil yetkinliklerini, aklını, düşüncelerini odağına almış bir iş kültürü içinde değer yaratabilir.
Türk şirketleri bilgisiz sermayedar yöneticilerin, dayatıcı kibirli CEO'ların boyunduruğundan kurtulmadıkça bu sömürge ekonomisinin, teknoloji yaratan bir ekonomiye dönüşmeyeceğini artık anlamalıyız ...
Dinç Alkın