8 Şubat 2015 Pazar

Duygusal Zeka Özgürlük ve Yaratıcılık

'En yamyam patronlar bile en sonunda anladılar ki, EQ (emotional quotient) yani ‘’duygusal zekâ’’ en az IQ (intelligance quotient) ‘’ bilgisel zekâ’’ kadar önemli, yönetenlere sadece zekâ yetmiyor, daha iyi yönetebilmek, daha verimli olabilmek için, yöneticilerin duygusal yeteneklerini geliştirmeleri gerekiyor.’’
Bu saptamalar yıllarca önce aramızdan ayrılmış olan sosyalist edebiyat profesörü Mina Urgan’a ait.  

Gerçekten de, yönetenin yönetileni kavrama uğraşındaki en önemli aracı duygusal zeka ve duygusal zekanın paralelinde gelişen duygudaşlık (empati) yapabilme yetkinliğidir. Ama gelin görün ki, on binlerce çalışan bu temel doğruyu kavramaktan aciz bilgisiz sermayedarlarca yönetiliyor bugün. ''İşe sakallı, bıyıklı adam kesinlikle almam. Kirli sakal da hiç sevmem. Her gün tıraş olacak bir kere. İşe Bodrum’a gider gibi gelinmez. Kot pantolon da de giyilmez! Kadınlar da mini etek, şort giyemez! Buranın da kendine göre bir ciddiyeti var. Yok, tişört olmaz! Gömlekle gelecek, giydiği şeyin bir yakası olacak. Çorabı düşük adam da sevmem. Eti gözükmeyecek…’’ 

Bu sözler ise, Anadolu kaplanları olarak isimlendirilen orta ölçekli işletmelerden birinin patronuna değil, ülkenin en büyük aile holdinglerinden birinin onursal başkanına ait. Sosyalist bir edebiyatçının duygusal zekanın iş dünyası içindeki öneminin ayırtına vardığı bir dünyada, sermayedar yöneticilerin liderliğin olmazsa olmaz niteliklerinden birini anlayamamış olması ne acı bir ironi değil mi? 

On binlerce çalışanı bulunan, iş çevrelerce rol model olarak benimsenmiş bir holding patronunun bireysel varoluşun karşısına böylesi bir pervasızlıkla dikildiğini görmek gerçekten ürkütüyor insanı. Evrensen iş öğretilerinden nasibini almamış bu üslup, yönetici sermayedarın yaşamın ve insanın gerçekliğinden ne düzeyde uzaklaşabileceklerinin ipuçlarını veriyor bize. 

Bu söylem aynı zamanda, aile şirketlerinin neden çok uluslu şirketlerin bayisi, montajcısı, acentesi ya da ülkenin büyük bakkalı, kasabı, mandırası, şıracısı, bozacısı, fırıncısı olmanın ötesine geçemediklerini, geçemeyeceklerini anlamanıza yardım ediyor. Ve bu söylem, aile şirketlerinin iş anlayışıyla, çok kültürlülük, özgürlük, yaratıcılık olguları arasındaki korkunç uçurumu gözler önüne seriyor. 

Tam da bu aşamada insanın aklına onlarca soru geliyor ; Özgür olmayan insan kendi yaşamının öznesi olarak taklit etmenin ötesine geçebilir mi?  Hangi çorabı, hangi pantolonu, hangi eteği, hangi gömleği giyeceğine, saat kaçta işe gelip kaçta çıkacağına, neyi ifade edip neyi ifade edemeyeceğine kendi iradesiyle  karar veremeyen insan yenilik ve değer yaratabilir mi? En önemlisi, bireysel özgürlüğü yok sayan böylesi bir kibrin boyunduruğu altında çalışan birey insan kalabilir mi?  

Tüm bu soruların yanıtını; ‘’ İnsanın her eylemi özgürlüğü gerçekleştirme uğraşının bir parçasıdır. Çünkü yapmak, başlı başına bir özgürlük işidir. Yapmak demek özgürlüğün gereğini yerine getirmek demektir’’ diyen Fichte veriyor. ‘’Akıl kendini, bireylerin yalnızca gerçek anlamda özgür olan edimleri dolayımında gerçekleştirir’’ diyen Hegel’de bir bakıma Fichte’ nin saptamasını onaylıyor.

Peki, patronları bu şekilde düşünürken bilgi, akıl ve uzmanlığın temsilcisi olması gereken profesyonel yöneticiler çalışanlarına hangi pencereden bakıyorlar? 

Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir söyleşi bu sorunun yanıtını olanca açıklığıyla gözler önüne seriyor. Söyleşiyi yapan gazetecinin, ‘’saat yedide işe gelen çalışanlarınızın kaçta işten çıkmasını istersiniz’’ sorusuna havacılık sektöründe faaliyet gösteren ülkenin büyük şirketlerinden birinin CEO’su alaylı bir biçemle ‘’saat yedide’’ yanıtını veriyor. Gazeteci şaşırıyor. ‘’ Vay be! Sabah yedide gelip akşam yedide gitmelerini istiyorsunuz, yani on iki saat çalışacaklar öyle mi?’’ diye soruyor. Çalışanlarının tüm enerjisine ve sosyal zamanlarına el koyma heveslisi CEO bu soruya ‘’ çalışanlarımıza iyi para ödüyoruz’’ yanıtını verirken, ‘’bu yüzden şirketimize yılda elli bin iş başvurusu oluyor’’ saptamasını yanıtına eklemeyi de ihmal etmiyor. Yanıt, CEO’nun, çalışabilir nüfusunun ancak yüzde 50'sinin iş gücüne katılabildiği, her dört gençten birinin işsiz olduğu, insanların işlerini seçme özgürlüğünden yoksun bulunduğu bir ülkede yaşadığını çoktan unuttuğunu gösteriyor. Diğer yanda, CEO yönettiği şirketin tıpkı diğer aile şirketleri gibi üst düzey yöneticiler dışında kalan çalışanlara yoksulluk sınırının altında ücret ödediğinden olsa gerek iyi ücretten ne kastettiğini de açıklamıyor. Söyleşinin en can alıcı noktası ise; gazetecinin ‘’ ne ölçüde empati yapabiliyorsunuz'' sorusuna aldığı yanıt. Adam, soruyu ‘’herkes benim gibi olsun istiyorum, karşımdakinin durumu nedir? Ancak iyi anlatırsa anlayabiliyorum. Empati kuramıyorum...’’ tümcesiyle yanıtlıyor. 

Belli ki, iş bitirici CEO’muz çalışanını kendi bulunduğu noktadan uzaklaşmadan kavramaya çalışan yöneticilerin başarısız kalmaya mahkum olduğundan da bihaber. Binlerce insanı yönetmekten sorumlu bu yönetici, kendi bulunduğun yerden ve empati yapmadan insanın yaratma gücünü, keşfetme kapasitesini kavrayamayacağını da bilmiyor. Çünkü beyefendi, tıpkı sermayedar efendileri gibi yaşamın gerçekliğinden çoktan kopmuş. Kendi düş dünyası içinde yaşıyor.

Dalkavuklarca her gün okşanan, allanıp pullanıp parlatılan kibir duygusal zekayı işte böyle köreltiyor. Oysa, çalışmanın yaşamı idame ettirmenin ötesine taşan anlamını keşfedememiş, insanın düşünsel ve edimsel özgürlüğünü yönetsel bir öncelik olarak içselleştirememiş iş modelleri; ne teknoloji ne küresel şirketler/markalar yaratabilir. Bu çağın çalışanları yaşam tarzlarını, giydiklerini, inandıklarını değil yetkinliklerini, aklını, düşüncelerini odağına almış bir iş kültürü içinde değer yaratabilir.
Türk şirketleri bilgisiz sermayedar yöneticilerin, dayatıcı kibirli CEO'ların boyunduruğundan kurtulmadıkça bu sömürge ekonomisinin, teknoloji yaratan bir ekonomiye dönüşmeyeceğini artık anlamalıyız ...
Dinç Alkın


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder