27 Şubat 2016 Cumartesi

KENDİ TECAVÜZCÜSÜNÜ KENDİ YARATANLAR

Saldırgan bakımından tecavüz, bir yandan içselleştirdiği cinsellik tanımını ve erkekliği bir yandan da kadına bakışını yansıtan bir eylemdir.  Erkeğin kolay tahrik olma keyfiyeti, tek taraflı cinsellik anlayışına, kadını iradeden yoksun cinsel bir nesne olarak görmesine dayanır. Tecavüz bedeninin dokunulmazlığını hiçe sayan insanlık dışı bir saldırı. Ancak, Türkiye'de her toplumsal sorunda olduğu gibi cinsel suçlarda da dikkatler nedenlere değil  mağdura ya da faile odaklanır. Bu iğrenç edime yataklık eden toplumsal, kültürel, ahlaki ve geleneksel etmenler görmemezlikten gelinir. Hatta kadının kıyafeti, beden dili, yaşam şekli cinsel suçlar için hafifletici neden olarak kabul edilir. Erkeğin, kadının diz kapağından tahrik olmasını veya kadınının rızasına bakmaksızın eyleme geçmesini doğal sayan, cinselliği evlilik ve üreme faaliyeti ile sınırlayan, üreme amacı gütmeyen ilişkileri ahlaksızlık olarak nitelendiren toplumsal anlayışın olup bitendeki rolü dikkatlerden kaçırılır. Cinsel istismar, şiddet ve tecavüzün yaşamı kuşatan bir hastalıktan ziyade sokağa ilişkin bireysel bir suç olarak algılanmasının önemli göstergelerinden biri de cinsel suçların ağır cezalarla azalacağına dayalı toplumsal uzlaşıdır. Öyle ki,  her tecavüz ya da taciz olayından sonra, dört bir yandan “Asalım, keselim, zindanda çürütelim, linç edelim...” naraları yükselir. 

Üsküdar Üniversitesi’nin Şiddet ve Suçla Mücadele Uygulama ve Araştırma Merkezince gerçekleştirilen araştırmaya göre; lise öğrencilerinin %57'sinin cinsel tacize tanık olduğunu ifade etmeleri sorunun yaygınlığı göstermesi bağlamında kayda değerdir. Herhangi bir araştırma bulunmamasına karşılık işyerlerindeki taciz en az okullardaki kadar yaygın olduğunu rahatlıkla öngörebiliriz. Kadını, eril buyruklara boyun eğmesi gereken bir nesne olarak gören anlayışın iş yöneten yönetilen, ast üst  ilişkisi geldiğinde daha da pervasızlaşacağı aşikardır. Çalışan kadının saygınlık yitirme, işinden olma korkusu taciz olaylarının üzerini kapatan mükemmel bir örtü olarak işlev görür ve tacizcinin, tecavüzcünün elini güçlendirir. Bu nedenlerdir ki,  dünün ''Şöhretin yolu rejisörün yatağından geçer.” algısı bugün “İş garantisi ve terfi yöneticinin yatağından geçer.” algısına dönüştürülerek çalışma yaşamına taşınmıştır.  

Birçok cinsel sapmanın, şiddet eğiliminin arka planında çocukluğa ve ilk gençlik yıllarına ait travmatik yaşanmışlıkların bulunduğu bir gerçek. Kadın vücudunun “yasaklı”, evlilik ve üremeye yönelmeyen cinsel ilişkinin günah, kadının erkeğin dilediği gibi sürebileceği bir tarla olduğuna  dayalı toplumsal uzlaşı cinsel suçlara zemin hazırlıyor.  İnsanlar doğalarında var olan dürtüleri bastırmak zorunda bırakılarak, biyolojik arzularıyla, örf ve adetler arasına sıkıştırılıyor. Bu kültürle yoğrulmuş kişilikler karşı cinslerini zapt edilecek bir kale veya kendi yararına sunulmuş bir nesne gözüyle bakıyor. Yani, mevcut toplumsal dinamikler potansiyel tecavüzcüler, tacizciler, çocuk istismarcıları yaratıyor.   ''İçinde yaşadığımız uygarlık nevrotiktir, çünkü dürtülerin, arzuların bastırılması üzerine kuruludur...'' der Freud.  Bir anlamda, çocuklukta, ergenlikte bastırılanlar gün yüzüne çıktığında kadınlar tecavüzcüleriyle, çocuklar istismarcılarıyla yüz yüze geliyorlar.  

Evet kurumlarda, evlerde cinsel istismarı, tacizi yaşam şekline dönüştürmüş yüz binlerce potansiyel tecavüzcü var. Ama biz bu gerçeği  göz ardı ederek salt ölümle sonuçlanan ya da sokakta gerçekleşen tecavüz vakalarına tepki göstermekle, cezaları artırmakla  sorunu çözebileceğimizi düşünüyoruz. Oysa, cinsel şiddet ve tecavüz olaylarının azaltılmasının yolu; sorunu yaratan kültürel, sosyal, ekonomik etmenleri dışlamayan bir bakış açısıyla irdelemekten geçiyor.  Bastırılan cinsellik, soruna yataklık eden örf ve adetleri, soyut ahlaki dayatmaları, penisi iktidar aracı olarak gören erkek egemen anlayışı masaya yatırmak ve  bu olgular arasındaki neden sonuç etkileşimlerini saptanmak gerekiyor. Aksi durumda nasıl bir bela ile karşı karşıya bulunduğumuzu, sorunun boyutunu ve önemini asla kavrayamayacağız.     

Kaynakça;
BİR CİNSİYETLENDİRME PRATİĞİ OLARAK TECAVÜZ http://viraverita.org/yazilar/bir-cinsiyetlendirme-pratigi-olarak-tecavuz


19 Şubat 2016 Cuma

Bir Yönetene Gereksinim Var mı?



''Hiçbir güç, hiçbir otorite yoktur ki, uyrukları bulunmasın. Hiçbir servet, otorite yöneten yoktur ki, çevresi ondan nemalanmak isteyenlerce sarılmasın. Ne mutlu onlara yaklaşanlara! İtibarlı kişiler olduklarından, çevrelerine o göze girmesini bilenlere; gelir getiren görevler, sadaka emirlikleri yağdırırlar. Kendileri yükseldikçe, uydularını da peşleri sıra ilerletirler; sanki hareket halinde bir güneş sistemidir bu. Saçtıkları ışık uydularını allara boyar. İzzet ve ikbal kırıntılarını çevreye tatlı, küçük terfiler halinde dağıtırlar... ''Viktor Hugo'nun19. yüzyıl yönetim anlayışını betimlediği bu satırların kaleme almasının üzeriden neredeyse 160 yıl geçti. Bugün aynı anlayış bürokraside, iş tapınaklarında, üniversitelerde, siyasette, yani yönetimin bulunduğu her düzlemde sürüyor. Yüzyıllar geçse de kibir, kıskançlık, kayırma ve keyfiyet yönetimin ayrılmaz bileşenleri olmaya devam ediyor.  

Evet, yönetilenler liyakatsiz yönetenlere gözleri kapalı itaat etmeyi sürdürüyorlar. Çünkü, kendi yetkinliklerine güvenmiyorlar. Çünkü, özerklik, bireysellik korkutuyor onları. Kişiliklerini bir liderin kolu kanadı altında ya da bir kurumun içinde eritmek, yok etmek sahte bir güven duyumsamalarını sağlıyor. Böylece, yıkılmaz, görkemli olduğu düşündükleri gücün bir bileşeni olarak karar almaktan, doğruya ulaşma istencinden ve ben  kimim sorusundan  kurtulduklarını sanıyorlar. Zamanla bu adanmışlık, ne yapacaklarının söylenmesini bekleme, yaşamının sorumluluğunu kendini tabi kıldığı güce bırakma, o gücün bilinciyle, sesiyle konuşma düzeyine kadar yükseliyor. 

İnsanı bu sarmaldan kurtaracak tek güç var. İrade! Bu bağlamda irade: benlik dışı istekleri, dayatmaları kontrol edebilmek, her türden bağımlılığın üstesinden gelebilmek, bilgi ve aklın sentezine dayalı bir bilinçle aldığı kararları, vardığı yargıları kararlıkla takip edebilme gücüdür. İrade yararsız arzulara boyun eğme isteğinin, duyguların, eyleme geçme karşısındaki direncin üstesinden gelen iç güçtür. 

Tam da bu aşamada dikkatlerden uzak tutulmaya çalışılan özyönetim, özdenetim kavramlarını da vurgulamak gerekiyor: Özdenetim, iradenin ortağı, en değerli destekçisi, yani duygusal, zihinsel sıkıntı ve zorluklara dayanma gücü, daha iyi sonuçlar için anlık tatminleri reddetme yeteneğidir.  Özyönetim ise; “ekonominin, şirketlerin belli ilkeler koşutunda çalışanlar tarafından yönetilmesi; Yöneten, yönetilen arasındaki sömürü ilişkilerinin sona erdirilmesi, özel mülkiyetin, devlet aygıtının gelişmeyi sürekli kılacak şekilde yeniden tanımlanmasıdır. Özyönetimin nihai ereği; tüm toplumsal kesimleri karar alma süreçlerine katarak, yönetimi dayatma, keyfiyet ve baskıdan arındırmak ve kendi kendini örgütleyip yönetebilen kurumsal yapıların oluşumunu sağlamaktır.

Özyönetim, özdenetim, özşefkat, özgüven, özsevgi vb yetkinlikler bireyi önceleyen bir eğitim anlayışıyla  herkesin kazanabileceği yetkinliklerdir. Ancak varolan aile yapısı, eğitim sistemi ve endüstriyel ilişkiler bu yetkinliklerin edinilmesini olanaksız kılar. Benlik yoksunu, kıskanç, bencil, özgüven yoksunu insanlar ve yöneticiler yaratır. Küçük bir azınlık bu olumsuz koşullar altında sağlıklı bir kişilik geliştirmeyi başarsa bile, toplum sosyal onay mekanizmalarıyla birey olmayı başaranları da asimile eder genele benzetir. İşte bu nedenle  insandan yönetici olmaz.  

Gerçek o ki; bir gün yönetim-yönetici kavramlarının sil baştan yeniden tanımlanacak ''İnsanların bir yönetene, bir talimat verene gereksinimi var mı?'' sorusu bilimin, aklın ışığında yanıtlanacak. Yapay zeka çalışmaları bilimsel yönetimin kapısını aralamak bağlamında çok önemli. Ben, insanların, onlarca neslin yaşamını karartan, liyakatsiz ''ruh yiyici'' yöneticilerden yapay zekayla kurtulacağına inanıyorum. Gelecekte, özyönetim, irade, özdisiplin sahibi insanlar yapay zekanın da sağlayacağı destekle kendilerini, kurumları bir komut bir talimat verene, en önemlisi de bir yönetene gereksinim duymadan yönetecekler... 



10 Şubat 2016 Çarşamba

Jean de La Fontaine'den Profesyonel Masallar

Bir yanda yüz tane dükkan açmış, üç beş kek, çikolata, sos yapmış, birkaç kahve paketlemiş bir şirket.  Diğer yanda yeni ağına düşürdüğü cahil sermayedarlardan para devşirme peşindeki yaşlı bir kurt.  Çekilmiş bir reklam filmi. Anlayacağınız tüm sermaye bu kadar. Başarısızlığı tecilli kurt  bir TV kanalında uluslararası marka olma üzerine ahkam kesiyor. Söyleşi program yöneticisine önceden şirket tarafından verilmiş yönlendirmeli sorularla ilerliyor. Sunucu, doğal olarak ''Bu açılımı hangi sermayeyle, hangi kadroyla, hangi vizyonla, hangi iş planıyla başaracaksınız?''  sorularını hiç gündeme getirmiyor...

Geçmiş tanıklıklarımdan, uluslararası veya küresel marka olma söyleminin şirket ortaklarını, çalışanlarını ve devleti kandırarak küp doldurmanın klasik yöntemlerinden biri haline geldiğini çok iyi biliyorum. Bugün hangi aile şirketinin kapısından girseniz, eline bir dünya haritası tutuşturmuş, küresel marka söylevleri veren yöneticilerle karşılaşırsınız. Akıl ve öngörüden yoksun, birer aldatmacadan ibaret bu planları dillendirenlerin amacı ne yazık ki, uzun erimli stratejilerle, yaratıcılıkla, sermaye gücüyle desteklenmiş küresel markalar yaratmak değil. Bu soytarıların amacı; günü, ayı ,yılı geçiştirerek servete servet katmayı olabildiğince sürdürülebilir kılmak. Nitekim bu profesyonel gösteri ustaları geçmişte söyledikleriyle gerçekleştirdikleri arasındaki tutarlılığın, geçmiş belleğinden yoksun ilkel iş kültürünce sorgulanmayacağını  çok iyi biliyorlar. Bazılarının yıllarca aynı şirkette kalarak, bazılarının şirket şirket gezerek pazarladıkları bu ütopyalar şimdiden on milyarlarca dolar tutarındaki ülke kaynağını çoktan buharlaştırdı heba etti. 

Sorunun ekonomi yönetimi kısmına baktığımızda yine benzer bir resimle karşılaşıyoruz.  Devlet, Turquality olarak adlandırdığı bir  programı çerçevesinde markalaşma potansiyeli olan firmalara yüz milyonlarca dolar fon aktarıyor. Ne var ki, dünyada devlet destekli ilk ve tek markalaşma programı olarak adlandırılan proje bırakın küresel marka yaratmayı bir küresel marka adayı bile yaratabilmiş değil. Ama devlet küreselleşme potansiyeli bulunmayan yüzlerce markaya fon aktarmaya devam ediyor. Ve kimsenin aklına ''bir kısmı 12 yıldır desteklenen bu markalar neden küreselleşemediler?'' sorusunu sormak gelmiyor. 

Türk ekonomisinin küresel markalar yaratamamasının  nedeni  ne sermaye ne de ülke kaynaklarının yetersizliği. Öyle ki yasa dışı yollardan illegal servet yapmış siyasiler ve kimliğini açıklamak istemeyen sermaye sahipleri hariç, bilinen en az 44 adet dolar milyarderimiz var. Birikmiş bu sermayenin yanı sıra başarı şansı yüksek iş planları ve iş modelleri için küresel finans sisteminden ciddi kaynak sağlamak her zaman olası. Sorun, sermayedarın ve siyasetçilerin günü kurtarmak ve olası en kısa zamanda servetlerine servet katmaya odaklanmaları.  Sözde girişimciler birikimlerini küresel marka yaratma projeleri yerine gayrimenkule, özelleştirmelerden devşirilecek istikrarlı gelire (Tüpraş),  İsviçre bankalarına veya Panama gibi ülkelerdeki offshore hesaplara kanalize ediyorlar.Oysa küresel rekabette sürdürülebilir başarının yolu;  fasonculuktan, taklitçilikten, ülkeden servet kaçırmaktan değil, küresel markalar yaratmaktan geçiyor.  

Not.

Linkedin ; Facebook, Twitter gibi sosyal medya mecralarından biri. 400 milyondan fazla kullanıcıya sahip. Linkedin'in diğer sosyal medya mecralarından ayıran;  çalışanları, iş arayanları, işverenleri, profesyonelleri ve konuyla ilgili akademisyenleri küresel düzlemde buluşturan bir mecra olarak tasarlanmış olması. Bu yapısıyla linkedin kullanıcılarına iş dünyasındaki sorunların, çözüm yollarının  tartışılması, düşünce, öneri ve saptamaların paylaşılması bağlamlarında geniş olanaklar sunuyor. Ancak şaşırtıcı olan, bu fırsatın Türk kullanıcılar tarafından yeterince değerlendirilmemesi. Yönetenin, yönetilenin çok değerli edinim gözlem ve düşüncelerini paylaşmaktan kaçınarak bu düzlemi itibar ve kişisel çıkar peşinde koşan bir avuç profesyonele bırakması.  Oysa bugün övgü, takdir yalakalıktan çok yapıcı, ufuk açıcı  eleştirel öneri ve düşüncelere gereksinimimiz var.  Gündeme getirilmeyen sorunlara çözüm üretmenin olanaksızlığını hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.