29 Ekim 2015 Perşembe

ÖTV İle Katliam


Dün sahte içki içen 12 insan yaşamını yitirdi, onlarca insan yoğun bakımda yaşam savaşı veriyor. Kesin olan bir şey varsa bu katliam da tıpkı daha öncekiler gibi unutulup gidecek. Tüm suç sahte içki üretimi yapan fırsatçı birkaç caniye fatura edilecek ve dosya kapatılacak.  Ne var ki, sorun birkaç fırsatçıyı cezalandırmakla geçiştirilecek kadar basit değil. Çünkü bu insanlar bir anlamda ÖTV stratejisinin kurbanları durumunda.

Biliyorum! Birçok insan, bu iddiayı dayanaktan yoksun bulacak;  '' AKP düşmanlığı gözlerini kör etmiş'' diyecek.CHP, MHP, HDP  birkaç muhafazakar oy yitirme kaygısıyla ölümleri yine görmemezlikten gelecekler, susacaklar. Alkol üreten sanayiciler vergi uzmanları, maliyeciler, üniversiteler, akademisyenler, yazılı ve görsel basın yine üç maymunu oynayacak.

Ne var ki bütün bu kayıtsızlık ortadaki gerçeği değiştirmiyor: Anayasanın, ''vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır'' hükmüne rağmen alkollü içkileri  insafsızca vergilendiren AKP, sahte içkilerin yol açtığı ölümlerden sorumludur. 

Diğer yanda  alkolü içecekler üzerindeki yüksek vergi;  bir yasaklamadır, yaşam şekline saldırıdır,sahte içki üretimini, ucuz uyuşturucu satışını, uyuşturucu bağımlılığını teşvik etmektir. Nitekim ABD'de 1920-1933 yılları arasında uygulanan içki yasağı kaçak içki üreticilerine altın bir çağ yaşatmış, bu dönemde organize suç örgütleri güçlenmiş, uyuşturucu yaygınlaşmış, suç oranları yükselmiştir. Liberalizmin fikir babalarından biri olan John Stuart Mill, 1850'li yıllarda yazdığı Özgürlük Üzerine adlı kitabında ''Devletin insanların alkollü içki satın almasını özelikle olanaksızlaştırmasıyla, alkollü içki içilmesini yasaklaması arasında hiçbir fark yoktur'' diyerek alkol tüketiminin bireysel bir özgürlük olduğunu vurgular.

Türban takmak bireysel  bir özgürlükse alkol tüketmek de en az onun kadar bireysel bir özgürlüktür.


20 Ekim 2015 Salı

Irk Dedikleri


İlk primatların (iki ayağı üzerine dikilebilen canlılar) ortaya çıkmasının üzerinden 55 milyon yıl, ilk insan'ın yeryüzünde belirmesinin üzerinden 5 milyon yıl, Homo Sapienslerin yani günümüz insanının ortaya çıkmasının üzerinden iki yüz bin yıl geçti. Endonezya'nın Sumatra adasında meydana gelen 25 milyon yılın en büyük süper yanardağ patlaması sonrasında yeryüzündeki insan nüfusunun yirmi bine düşmesinin üzerinden ise sadece 70.000 yıl geçti. Ama  biz, bütün insanların kardeş olduğunu, aynı atadan geldiğini, aynı genleri taşıdığını; etnik kimliklerin birer insan icadı olduğunu hala öğrenemedik.

İnsanların %99,8 i ortak genler taşır, geriye kalan 0,2 farklı genin yüzde 85'i her etnik grupta bulunur; ırksal farklılıklar bu 0.2 nin sadece %9'unu oluşturur ve bu sadece yüzde 0,012 genetik farklılığa denk gelir. Yani dünya üzerindeki genetik değişkenliğin çok küçük bir oranı geleneksel anlamda ırksal farklılık olarak düşünülenlerle ilgilidir. İnsan kültürle doğmaz. “Kültür” dediğimiz şey tıpkı din gibi, dil gibi sonradan eğitimle dayatılan sosyal bir olgudur.  Kısacası, Türkü Türk yapan, Almanı Alman yapan, Kürdü Kürt yapan kesinlikle damarlarda dolaşan kan değil; bu insanların içinde yaşadığı sosyal, ekonomik kültürel yapıdır.

Bu yalın gerçeğe rağmen, ne üzücüdür ki; etnik kimlikleri istismar etmekten öte bir dünya görüşü içermeyen siyasi öğretiler hala popülerliğini koruyor.  İnsanlar, ırkçı  siyasetçilere hala sempati duyabiliyor, oy verebiliyor. Yüzlerce yıl bir arada yaşadığı kapı komşusuna, aynı çatı altında çalıştığı iş arkadaşına hasetle yaklaşabiliyor, düşman bellediği etnik kimlik mensuplarının acı çekmesine hatta ölümüne sevinebiliyor. En önemlisi de bu tavırların, ırkçı söylem, düşünce ve edimlerin teröre, kan dökücü insanlık düşmanlarına hizmet ettiğini görmemezlikten gelebiliyor...

Türkiye gibi, ortalama eğitim süresinin 7 yıl olduğu az gelişmiş ülkelerde faşist söylem ve davranışlar aile içinde başlar; sokakta, okulda, iş yerinde devam eder. İnsanların bireysel benlikleri, fiziksel, sözel şiddetle, tacizle, aşağılamayla, ötekileştirmeyle sistematik bir şekilde yok edilir. Bu baskıcı, ataerkil yapı bir haminin; kolu kanadı altında, onun empoze ettiği düşüncelerle yaşamaya muhtaç insanlar yaratılır. Bu süreçlere maruz bırakılan insan, artık bir birey değil kendisine dayatılan davranış kalıplarına, düşüncelere, inançlara boyun eğmeye hazır bir robot; çarpıtma ve manipülasyonlarla yönlendirilen bir piyondur.  Bu tezgahtan çıkan insan okumaz, yazmaz, soru sormaz, sentez yapamaz ve son nefesini verinceye kadar önüne konanla yetinir.


''İnancın ve bilgeliğin,sakalın dişlerin çıkması, göğüslerin büyümesi gibi  zaman içinde yavaş yavaş kendiliğinden oluştuğunu düşünmek ne büyük aptallıktır der Soren Kierkegaard ve ekler ''İnsanlar kaçınılmaz olarak nereye varırlarsa varsınlar tek bir şey yazgının dışında kalır; inanç ve bilgelik. Çünkü zihin söz konusu olduğunda, basit kadercilik kesinlikle insana hiçbir şey getirmez, zihnin kendinden daha büyük bir düşmanı yoktur; yıllar geçtikçe yitirilmesi bundan daha kolay olan bir şey de yoktur. Zihin beslenmezse yıllar boyunca sahip olunan bir parça içsellik, bir parça tutku, bilgi, duygu, hayal de öylece uçup gider ve yaşamı öylece anladığını zanneden insanlar bayağılığın bayrağı altına dizilirler.''