1 Aralık 2015 Salı

Organizasyonel Yozlaşma







Ülkemizde, yolsuzluk dendiğinde gözler haklı olarak kamu kurumlarına, kamu yöneticilerine çevriliyor. Oysa, yolsuzluk özel sektör kuruluşlarında da en az kamuda olduğu kadar yaygın. Öyle ki,  Etik ve İtibar Derneği’nin (TEİD) araştırma şirketi Barem’e gerçekleştirdiği araştırmaya göre özel sektördeki yöneticilerin ve çalışanların neredeyse yüzde70’i özel sektörde yolsuzluğun yaygın olduğuna inanıyor. Söz konusu araştırmada hem yöneticiler hem çalışanlar etik dışı davranışlar listesinin başına “şirket imkanlarını kişisel amaçlı kullanmayı” koyuyorlar. Orta ve üst düzey yöneticilerin yüzde 45’i, çalışanların yüzde 66’sı en çok karşılaştıkları etik dışı davranışın “Şirket imkanlarını kişisel amaçlı kullanmak” olduğunu düşünüyor...  

Peki, şirket olanaklarının kişisel çıkar için kullanmak ne demek? En yalın anlatımıyla, şirket kaynaklarının kişisel önceliklerle amaç dışı kullanımı demek. Örneğin: mali kaynakların etik olmayan yöntemlerle eşe, akrabaya dosta aktarılması demek.  Açık veya gizli ortaklıklar yoluyla menfaat sağlama, özel harcamaların tedarikçi şirketlere yüklenmesi ardından bu giderlerin şirkete fatura ettirilmesi,  üretilen mal ve hizmetlerin iş dışı amaçlarla şahıslara aktarılması demek. Verilen iş, makine, ekipman, arsa, bina alımları karşılığında komisyon alınması demek. Çalışanlardan veya tedarikçilerden  hediye kastını aşan mal ve hizmetler kabul edilmesi demek.  

Organizasyonların yozlaşmasına yol açan diğer etmen ise, makamdan alınan yetkinin genel ahlaki, vicdani ve insani eğilimlere aykırı olarak kişisel haz veya zevklerin tatmini için kullanılmasıdır. Örneğin; her türden ayrımcılık. Yönetenin yetkinsizliğini, hatalarını örtbas etmeye yönelik klikleşme.  Tayin, atama, terfi, işten çıkarma uygulamalarında kayırma. Astlarla çıkara dayalı ilişkiler kurma. Yönetilenlerin, yöneten tarafından cinsel bağlamda kötüye kullanılmaları, istismar edilmeleri; yönetenin cinsel yönelimlerine istem dışı hedef olmaları. Duygusal taciz, psikolojik şiddet, dışlama, aşağılama, özgüvenini kırma ve mutsuz etme gibi yasalarca da suç olarak nitelendirilen bezdirici yaklaşımlara maruz kalmaları vb.  

İnsan iyiyi, doğru/yanlış karşıtlığının senteziyle kavrar. Yaşamın her alanında olduğu gibi iş yaşamında da iyiyle kötü, eğriyle doğru  bir aradadır. Dolayısıyla  yönetsel etik ilkelerle bağdaşmayan münferit davranışlar her organizasyonda görülebilir. Ancak yozlaşmanın nedeni münferit olaylardan ziyade; etik dışı edimlerin bir iş yapış şekline dönüşmesi, süreklilik kazanması, yaygınlaşmasıdır. Diğer önemli neden,  tepe yönetimim etik dışı davranışlar karşısındaki tutumudur. Yani bir yönetim bilerek veya bilmeyerek yönetsel etik ilkelere aykırı davranışlara, hoşgörüyle yaklaşıyor veya kayıtsız kalıyorsa yozlaşma kaçınılmaz bir sondur. Çünkü ahlaksızlığa karşı duyarsızlık, etik dışı davranışlardan maddi, manevi çıkar sağlayan kişileri, gurupları pervasızlaştırır: Gayri ahlaki edimleri kapalı kapılar dışına taşır, gizli saklı olmaktan çıkarır ulu orta sergilenir hale getirir, tüm organizasyonu kuşatır ve etik değerlerin içini boşaltır. 

Peki, tepe yönetim neden iş etiğiyle bağdaşmayan edimlere  kayıtsız kalır, görmemezlikten gelir? 
Bu yönetsel duruşun arkasında, ya tepe yönetimin etik dışı davranışların bir parçası olarak suiistimallerden çıkar sağlaması ya da  ortaya çıkacak rezaletlerin tepe yöneticileri koltuğundan edecek boyut ve yaygınlıkta olması vardır. Hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın tepe yönetimin duyarsızlığı kısa ya da orta erimde iş sonuçlarının hızla kötüleştirir hatta şirketi topyekun bir çöküşe sürükleyebilir. 

Son analizde yönetim kurullarının, genel yöneticilerin  en önemli sorumluluklarından biri, şirket içinde alınan her kararın, sergilenen her tavrın, her davranışın yönetsel etik ilkelerle uyumlu olmasını gözetmektir.  Yönetsel kararların; tutarlı, tarafsız ve iktisadi, gerçeklere dayanmasını; çalışanların varlık ve bütünlüğüne saygı duymasını; bilgi ve akıl bağlamında doğru eylemlerin seçilmesini ve bu eylemlerde adalet, eşitlik, tarafsızlık, dürüstlük, sorumluluk, saygı, açıklık, sevgi, ortak akıl, hoşgörü gibi evrensel değerlerin temel alınmasını sağlamak tepe yönetimin vazgeçilemez delege edilemez, sorumluluklarından biridir.

Yolsuzluğun, adaletsizliğin, ahlaksızlığın, arsızın, hırsızın olamadığı bir dünyada yaşamak dileğiyle.

Dinç Alkın 29.11.2015
.  

Kaynaklar,
*Yönetsel, Mesleki ve Örgütsel Yönetsel, Mesleki ve Örgütsel ETİK 5. baskı 5. baskı Prof. Dr. İnayet Aydın

*13.6.2015 Tarihli Hürriyet Gazetesi Haberi

8 Kasım 2015 Pazar

Hayal mi Gerçek mi? İnanın Ben de Bilmiyorum

Bir genel yönetici hayal edin: 
Yıllarca  başarısızlığını kanıtlayan sayısız  somut veriyi görmemezlikten gelmiş. Yönettiği insanların karşısına çıkıp  ''Ben sizlerle iletişim kuramadım.'' diyebilmiş. Çeteleşmeye, ahlaksızlığa, organizasyonun  içten içe çürümesine bile isteye göz yummuş; yüzlerce  pırıl pırıl genç insanın işini kaybetmesine neden olmuş. Gelecek umutlarını yitirmiş astlarının çıkar paydaşları bularak haksız çıkar sağlamalarına  göz yummuş.  Organizasyonda olup bitenleri neden sonuç ilişkileri bağlamında değerlendirememiş.  
Davranışlarıyla, konuşma biçemiyle, fikirleriyle çalışanları infiale düşürmüş. 
Sermaye gücüyle devşirdiği  makama yapışıp kalmış bir genel yönetici...

Bir yönetici gurubu (kastı) hayal edin: 
Kendilerini  atayanlar dışında herkes liyakatsizliklerine, sapkınlıklarına tanıklık etmiş.
Yönetmekten çok nerede ne yiyip içeceğine, kimi becereceğine ve tüm bu pespayelikleri nasıl organizasyon üzerinden nasıl finanse edeceğine odaklanmış. 
Yıllarca değer üretmeden makam işgal etmiş, 
Her seyahatte astlarından haz dilenmiş. 
Arzularının, kişisel çıkarlarının vicdan ve aklın denetimi dışına çıkmasına izin vermiş. 
Emekli olduktan sonra çocuklarına organizasyonda iş devşirmiş; hısım ve akrabalarına çıkar sağlamış, çürüttükleri organizasyona ''danışman '' sıfatıyla akıl vermeyi sürdürmüş, bir  yönetici kastı...

Bir yönetim kurulu başkanı hayal edin:  
Onlarca yıldır süren yatay bir kariyerin doğal sonucu olarak yaşamın gerçekliğinden kopmuş. 
Atadığı üst düzey yöneticilerin yetkinliği, kişiliği, yönetim tarzı hakkında kulaktan dolma bilgiler dışında hiçbir fikre sahip olamamış. 
Toplantılarla yönetebildiğine kendini inanmış. 
Koltuğunu korumak için şirket ortaklarını yıllarca yanlış verilerle uyutmuş, yalan söylemiş.  
Atadığı yöneticilerin insafına ''eti senin kemiği benim'' diyerek binlerce insanı teslim etmiş bir yönetim kurulu başkanı...

Yönetim, yetkesini ister sermaye gücünden, ister bir atamadan, isterse uzmanlığından alsın yönetenin temel dayanağı ve odağı insandır. Yönetsel başarının sırrı insanın yaratıcı aklıdır, bilgisidir. Tam da bu nedenlerle;  insanla bağını koparmış bir yönetim anlayışının sürdürülebilir bir değer yaratması olanaksızdır. Organizasyonun etik kodlarını,  üste başvuru hakkını ilan edip uygulamayan, çalışanların, kim hakkında olursa olsun düşüncelerini şikayetlerini özgürce açıklamaktan alıkoyan. En önemlisi de, gerçek somut verilere dayalı şikayetlerde gerçek fail yerine şikayet edeni mağdur eden her organizasyon çürümeye mahkumdur.  Öyle ki İktisadi akıl ve yönetim gerçekliğe, veriye analize en önemlisi de insana dayanır. İnsan kendine davranılma tarzına uygun olarak hareket eden bir varlıktır. Son analizde başarılı insanı da, başarısız insanı da yaratan yöneticidir. 
Dolayısıyla başarının da başarısızlığında hesabını verecek olan da odur.





5 Kasım 2015 Perşembe

Öldüren Vergi, ÖTV

Türkiye'de alkol yasaklarıyla ilgili her düzenlemeye anayasanın ''Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.'' hükmü gerekçe yapılır. Oysa biraz Türkçe bilgisine sahip herkesin anlayacağı gibi anayasanın 58'inci maddesi devlete; 18 yaş üstü gençlerin alkol tüketmelerini önleme görevi değil gençleri alkol düşkünlüğünden yani alkolizm'den koruma görevi veriyor.

Liberalizmin fikir babalarından John Stuart Mill, 1850'li yıllarda yazdığı Özgürlük Üzerine adlı kitabında ''Devletin insanların alkollü içki satın almasını özelikle olanaksızlaştırmasıyla, alkollü içki içilmesini yasaklaması arasında hiçbir fark yoktur'' der. 

Demokratik ülkeler alkol tüketimini bireysel özgürlük alanı olarak nitelendirirken, Türkiye'de özel tüketim vergisi, anayasanın herkes gücü oranında vergi verir ilkesine aykırı olarak alkol tüketimini azaltmak hatta yasaklamak için kullanılıyor. Düşük gelir grubundaki insanlara(Emekli, işçi, memur, işsiz...) özel tüketim vergisiyle aleni bir alkol yasağı uygulanıyor. Belli bir zümreye, belirli bir sosyal sınıfa alkol tüketme özgürlüğü tanınırken, yoksul insanların bu özgürlükten yararlanması engelleniyor.

Diğer yanda,  alkolü içecekler üzerindeki yüksek vergi;  sahte içki üretimini, ucuz uyuşturucu tüketimini ve bağımlılığını teşvik ediyor. Nitekim, 1920-1933 yılları arasında ABD'de uygulanan içki yasağı kaçak içki üreticilerine altın bir çağ yaşatmış, bu dönemde organize suç örgütleri güçlenmiş, uyuşturucu yaygınlaşmış, suç oranları yükselmiştir. Vergiyle alkolü yasaklama politikaları Türkiye'de de benzer sonuçlara yol açmıştır. Öyle ki, yüksek vergi yoksul insanları sahte içki üreticilerinin, kaçakçıların kucağına itmiş, sahte içki nedeniyle binlerce insan yaşamını yitirmiş, bonzai türü ucuz sentetik uyuşturucuların tüketimini ve uyuşturucu bağımlılığını teşvik etmiştir.    

Konu ''tüm kötülüklerin anası'' alkol olduğu için; üniversiteler, vergi uzmanları, siyasi partiler, tüketici dernekleri, STK'lar, esnaf odaları sorumluluk almaktan kaçınmış: Batı'daki vergi uygulamaları ve yasal düzenlemeler hakkında kamuoyunu bilgilendirmemiş; alkol üreticisi firmalar ise, sürekli artan özel tüketim vergilerini satış fiyatlarına eklemekten başka bir şey yapmamıştır. Oysa, çağdaş ülkelerde, alkollü içeceklerin vergilendirilmesi ve diğer yasal düzenlemeler; bira, şarap gibi düşük alkolü içeceklerden rakı viski gibi yüksek alkollü içeceklere, yüksek alkollü içeceklerden uyuşturucu maddelere geçişi önleyici birer araç olarak kullanılmaktadır. Nitekim, bazı ülkelerde bira reklamları serbestken, ağır alkollü içecek reklamları yasaktır. Bazı ülkelerde alkol reklamları için saat kısıtı vardır. Alkolizmin ciddi bir toplumsal soruna dönüştüğü Kuzey Avrupa'da belli saat aralıklarında satış yasağı uygulanmaktadır. Görüldüğü gibi Türkiye dışındaki ülkeler kendi sosyal koşullarıyla, özgün sorunlarıyla uyumlu düzenlemeler yapmışlardır. Türkiye yüksek vergiyle alkol tüketimini düşürme veya yasaklama yoluna giden tek ülkedir.   

Alkol endüstrisiyle ilgili uzun yıllara dayanan bilgi birikimine sahip biri olarak toplumu,, insanları, ilgili kurumları uyarmaya çalıştım. Gazetelerin müşteri temsilcilerine yazdım, sosyal medyada sesimi duyurmaya çalıştım ancak  insanlar kaçak üretilen içkiler nedeniyle ölmeye devam etti, her geçen yıl gençler arasında uyuşturucu tüketimi yaygınlaştı. 

Gerek alkol gerek uyuşturucu bağımlılığının insan ve toplum sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğu bir gerçektir. Ancak bu sorunların yasaklamalarla ortadan kaldırılması olası değildir. Bugün Türkiye'deki alkollü içeceklerle ilgili vergi politikaları; hafif alkollü içeceklerden yüksel alkollü içeceklere, yüksek alkollü içeceklerden uyuşturucu maddeleri geçişi, kaçak ve sahte alkol üretimini teşvik eder niteliktedir. 

Sorun yasaklarla değil, konuyla ilgili evrensel edinimlerden gerekli dersler çıkarılarak ve aklı, bilgiyi öncelleyen yasal düzenlemeler yapılarak çözülebilir.  

http://www.diken.com.tr/turkiyede-gunde-uc-kisi-uyusturucu-kurbani-oluyor-2017de-564-bonzai-olumu/

29 Ekim 2015 Perşembe

ÖTV İle Katliam


Dün sahte içki içen 12 insan yaşamını yitirdi, onlarca insan yoğun bakımda yaşam savaşı veriyor. Kesin olan bir şey varsa bu katliam da tıpkı daha öncekiler gibi unutulup gidecek. Tüm suç sahte içki üretimi yapan fırsatçı birkaç caniye fatura edilecek ve dosya kapatılacak.  Ne var ki, sorun birkaç fırsatçıyı cezalandırmakla geçiştirilecek kadar basit değil. Çünkü bu insanlar bir anlamda ÖTV stratejisinin kurbanları durumunda.

Biliyorum! Birçok insan, bu iddiayı dayanaktan yoksun bulacak;  '' AKP düşmanlığı gözlerini kör etmiş'' diyecek.CHP, MHP, HDP  birkaç muhafazakar oy yitirme kaygısıyla ölümleri yine görmemezlikten gelecekler, susacaklar. Alkol üreten sanayiciler vergi uzmanları, maliyeciler, üniversiteler, akademisyenler, yazılı ve görsel basın yine üç maymunu oynayacak.

Ne var ki bütün bu kayıtsızlık ortadaki gerçeği değiştirmiyor: Anayasanın, ''vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır'' hükmüne rağmen alkollü içkileri  insafsızca vergilendiren AKP, sahte içkilerin yol açtığı ölümlerden sorumludur. 

Diğer yanda  alkolü içecekler üzerindeki yüksek vergi;  bir yasaklamadır, yaşam şekline saldırıdır,sahte içki üretimini, ucuz uyuşturucu satışını, uyuşturucu bağımlılığını teşvik etmektir. Nitekim ABD'de 1920-1933 yılları arasında uygulanan içki yasağı kaçak içki üreticilerine altın bir çağ yaşatmış, bu dönemde organize suç örgütleri güçlenmiş, uyuşturucu yaygınlaşmış, suç oranları yükselmiştir. Liberalizmin fikir babalarından biri olan John Stuart Mill, 1850'li yıllarda yazdığı Özgürlük Üzerine adlı kitabında ''Devletin insanların alkollü içki satın almasını özelikle olanaksızlaştırmasıyla, alkollü içki içilmesini yasaklaması arasında hiçbir fark yoktur'' diyerek alkol tüketiminin bireysel bir özgürlük olduğunu vurgular.

Türban takmak bireysel  bir özgürlükse alkol tüketmek de en az onun kadar bireysel bir özgürlüktür.


20 Ekim 2015 Salı

Irk Dedikleri


İlk primatların (iki ayağı üzerine dikilebilen canlılar) ortaya çıkmasının üzerinden 55 milyon yıl, ilk insan'ın yeryüzünde belirmesinin üzerinden 5 milyon yıl, Homo Sapienslerin yani günümüz insanının ortaya çıkmasının üzerinden iki yüz bin yıl geçti. Endonezya'nın Sumatra adasında meydana gelen 25 milyon yılın en büyük süper yanardağ patlaması sonrasında yeryüzündeki insan nüfusunun yirmi bine düşmesinin üzerinden ise sadece 70.000 yıl geçti. Ama  biz, bütün insanların kardeş olduğunu, aynı atadan geldiğini, aynı genleri taşıdığını; etnik kimliklerin birer insan icadı olduğunu hala öğrenemedik.

İnsanların %99,8 i ortak genler taşır, geriye kalan 0,2 farklı genin yüzde 85'i her etnik grupta bulunur; ırksal farklılıklar bu 0.2 nin sadece %9'unu oluşturur ve bu sadece yüzde 0,012 genetik farklılığa denk gelir. Yani dünya üzerindeki genetik değişkenliğin çok küçük bir oranı geleneksel anlamda ırksal farklılık olarak düşünülenlerle ilgilidir. İnsan kültürle doğmaz. “Kültür” dediğimiz şey tıpkı din gibi, dil gibi sonradan eğitimle dayatılan sosyal bir olgudur.  Kısacası, Türkü Türk yapan, Almanı Alman yapan, Kürdü Kürt yapan kesinlikle damarlarda dolaşan kan değil; bu insanların içinde yaşadığı sosyal, ekonomik kültürel yapıdır.

Bu yalın gerçeğe rağmen, ne üzücüdür ki; etnik kimlikleri istismar etmekten öte bir dünya görüşü içermeyen siyasi öğretiler hala popülerliğini koruyor.  İnsanlar, ırkçı  siyasetçilere hala sempati duyabiliyor, oy verebiliyor. Yüzlerce yıl bir arada yaşadığı kapı komşusuna, aynı çatı altında çalıştığı iş arkadaşına hasetle yaklaşabiliyor, düşman bellediği etnik kimlik mensuplarının acı çekmesine hatta ölümüne sevinebiliyor. En önemlisi de bu tavırların, ırkçı söylem, düşünce ve edimlerin teröre, kan dökücü insanlık düşmanlarına hizmet ettiğini görmemezlikten gelebiliyor...

Türkiye gibi, ortalama eğitim süresinin 7 yıl olduğu az gelişmiş ülkelerde faşist söylem ve davranışlar aile içinde başlar; sokakta, okulda, iş yerinde devam eder. İnsanların bireysel benlikleri, fiziksel, sözel şiddetle, tacizle, aşağılamayla, ötekileştirmeyle sistematik bir şekilde yok edilir. Bu baskıcı, ataerkil yapı bir haminin; kolu kanadı altında, onun empoze ettiği düşüncelerle yaşamaya muhtaç insanlar yaratılır. Bu süreçlere maruz bırakılan insan, artık bir birey değil kendisine dayatılan davranış kalıplarına, düşüncelere, inançlara boyun eğmeye hazır bir robot; çarpıtma ve manipülasyonlarla yönlendirilen bir piyondur.  Bu tezgahtan çıkan insan okumaz, yazmaz, soru sormaz, sentez yapamaz ve son nefesini verinceye kadar önüne konanla yetinir.


''İnancın ve bilgeliğin,sakalın dişlerin çıkması, göğüslerin büyümesi gibi  zaman içinde yavaş yavaş kendiliğinden oluştuğunu düşünmek ne büyük aptallıktır der Soren Kierkegaard ve ekler ''İnsanlar kaçınılmaz olarak nereye varırlarsa varsınlar tek bir şey yazgının dışında kalır; inanç ve bilgelik. Çünkü zihin söz konusu olduğunda, basit kadercilik kesinlikle insana hiçbir şey getirmez, zihnin kendinden daha büyük bir düşmanı yoktur; yıllar geçtikçe yitirilmesi bundan daha kolay olan bir şey de yoktur. Zihin beslenmezse yıllar boyunca sahip olunan bir parça içsellik, bir parça tutku, bilgi, duygu, hayal de öylece uçup gider ve yaşamı öylece anladığını zanneden insanlar bayağılığın bayrağı altına dizilirler.'' 

17 Eylül 2015 Perşembe

İnsanlar Var

İnsanlar var. Sadece ama sadece kendi özgür istenciyle liyakatsize, cahile, bezdiriciye ''al işini al koltuğunu başına çal'' demiş insanlar.

Makam uğruna, servet uğruna cehaletin, yetkinsizliğin parçası olmayı, akıl dışılığın, dayatmanın önünde diz çökmeyi  reddetmiş insanlar.

Varsıllık kadar yoksulluğu da dürüstçe taşımış, terk ettiği kapıyı ihsan için kişisel çıkar için tekrar çalmamış insanlar.

Doğrularını bildiğini kadar yanlışlarını bilmiş, hatalarını içtenlikle itiraf etmiş, yergileri övgüler kadar anlayışla dinlemiş insanlar.

Milyonlarca dolarlık gelir kapılarını geri dönmeme kararlığıyla terk ederken neden böyle bir karar aldığını yakınlarına umarsızca açıklamaya çalışmış insanlar. 

Yarattığı değeri, karmaşık analizlere, çarpıtmalara, gösterilere gerek duymadan sadece matematiğin 4 işlemiyle gözler önüne sermiş insanlar.

Hiçbir ahlaksızlığın, yalanın, hırsızlığın, talanın, vurgunun içinde bulunmamış insanlar.

Kimsenin koltuğunu hiçbir koşul altında terk etmediği, herkesin sahip olduğuna dört elle sarıldığı bir kültürde;''Dur gitme ne yapıyorsun?'' diyenlere '' gidiyorum'' diyebilmiş insanlar.

Tavrının, isyanının, suskunluğunun anlaşılmasını naiflikle beklemiş, anlaşılmamış insanlar...

Bu insanlar ne zaman çileden çıkar bilir misiniz?  

Doğruyu anlatma, gelecek nesilleri uyarma uğraşının bir ikbal, bir kişisel çıkar beklentisiyle ilişkilendirildiği zaman. Tepkilerinin ruhsal bunalımla, klavye silahşorluğuyla örtüştürülmeye çalışıldığı zaman.

Bu insanlar ne zaman isyanlarını haykırmak ister bilir misiniz?

Yüzlerce insanın gece gündüz demeden yıllarını vererek yarattığı bir hazinenin; liyakatsiz haz alem düşkünü çeteler tarafında hoyratça yağmalandığına tanıklık ettiği zaman.

Belgeli başarısızlıklarına rağmen koltuklarına yapışanların kişisel çıkarları; ortak aklın, emeğin, evrensel değerlerin, yetkinliğin önüne geçtiği zaman.

Yönetici sıfatı taşıyanların her gece rakı sofralarda arkasından atıp tuttukları, lanet okudukları liyakatsiz muktedirin karşısında; suspus, edimsiz, el pençe divan durduğunu zaman.

İyi baba, iyi eş, basiretli sevgili maskeleriyle ortada dolaşanların; astlarını,çalışanlarını taciz ettikleri; ekmek peşindeki insanları birer cinsel obje olarak gördükleri; ofis koridorlarında, sosyal paylaşım sitelerinde, barlarda, restoranlarda salyalar akıtarak dolaştıkları zaman.

En önemlisi de, insanlar işini kaybederken sorunu yaratan gerçek faillerin işbirlikçileriyle birlikte şölen sofralarında yavşakça kadeh tokuşturduklarını gördüğü zaman.   

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Sahte Cennet

Üst düzey profesyonel yöneticilerin çoğunluğu sanılanın aksine mutsuzdur. Oysa, onlar birçok insanın ömrünce sahip olamayacağı olanaklara sahiptir. Yazlık-kışlık evleri, tekneleri, arabaları, banka hesaplarında milyonları vardır. Seçkin okullarda, seçkin eğitmenlerin gözetiminde okur çocukları. Kapıları sıradan insanlara kapalı restoranlarda yerler içerler, özel kulüplerde, yedi yıldızlı otellerde tatil yaparlar. Uzak ve  egzotik diyarların, az rastlanır türden pahalı hazların izini sürerler. Ama çoğu yine de mutsuzdur onların.

Peki neden mutsuzdur bu ''beyefendiler'' ''hanımefendiler''?

Mutsuzdurlar, çünkü öznel nesnel, maddi manevi her şeye sahip olmak her şeyi tüketmek üzerine inşa edilmiş bir yaşamdır onlarınki. Yeryüzünün hiçbir yönelimi, hazzı, lezzeti hiçbir deneyimi sınır tanımaz arzularını, ihtiraslarını doyuramaz.  Onların dünyasında, elde etmekle tatmin arasındaki paralellik ortadan kalkmıştır. Elde ettikçe acıkma; sahip oldukça daha büyük bir oburlukla saldırma sarmalı içinde ‘’yeter’’ kavramı anlamını yitirmiştir. Doğa, emek, aile, sevgi, aşk; hepsi birer tüketim nesnesidir onların dünyasında. Duygular, güzel sözler, sırt sıvazlamalar, çapkın bakışlar, göz süzmeler sahip olma ihtirasının araçlarıdır. İnsanı insan yapan tüm değerler birer rakama, analize, hesaba dönüşmüştür. Değerler hiyerarşisini belirleyen tek ölçüt sahip olunana ödenen bedeldir onlar için. Aile, narsist krizlerin yatıştırıldığı bir terapi sığınağıdır. Gerçi, evin kadını arabanın sağ koltuğundan sol koltuğa terfi etmiştir; ev işlerinden, yemek yapmaktan, temizlik ütü işlerinden azadedir; hayatım, canım, cicim sıfatlarının cömertçe kullanıldığı bir ortamda yaşamaktadır. Ama yine değersizdir, yine aldatılandır, hor görülendir. Yüksek yaşam standardının bir karşılığı olarak aldatılmayı, ikinci hatta  3. kadın olmayı kabullenmek zorundadır.

Çocukların durumu çok daha içler acısıdır. Hava alanlarındaki dükkanlardan son anda alınan oyuncaklarla, yüklü haftalıklarla, pahalı hediyelerle mutlu edilen bir varlığa dönüştürülmüşlerdir . Yaşamın gerçekliğinden uzak bir fanus içine kapatılmıştır çocuklar. Anne babalarını rahat bırakmaları için ellerine tutuşturulan tabletlerle, akıllı telefonlarla yaşamın gerçekliğinden koparılmışlar, gerçek dışı  bir dünyaya hapsedilmişlerdir. Çoğu dikkat eksikliği-hiperaktivite ya da öğrenme zorluğuyla boğuşmaktadır. Yıllar ilerledikçe tıpkı anne babaları gibi birer tüketim bağımlısına dönüşerekler tatminsiz birer insan olacaklar, büyüdükçe alışkanlık yapıcı aktivitelere daha çok eğilim gösterecek, gerçekliğin kasveti ile yüzleşmekten hep kaçacaklardır.

Bu özel insanların günün neredeyse yarısını geçirdikleri iş yerlerinde yaşamları gerçekten trajiktir. Her gün iş bilmez cahil bir patronun ya da cahil bir aile üyesinin önünde diz çökmelerine rağmen çoğu güç sahibi olduğuna inandırmak zorundadır kendini. Plazanın hiçbir değer yaratmayan saçma sapan keyfi gündemiyle, gerçeklik arasındaki yaman çelişki bilinçli bir insan için bile başa çıkabilecek türden değildir. Var olan biçimiyle plaza dünyası içinde kalmayı göze alan kişinin, gerçek dışılığın yol açacağı nevrozlarla, akıl yarılmalarıyla, kişilik bozukluklarıyla boğuşması kaçınılmazdır. Tüketim toplumunun paradan başka hiçbir şeye değer vermeyen faydacı(pragmatik) yaşam anlayışı; akıl dışılığı akla uydurmak için tam da bu noktada devreye girer; moda, kozmetik,  lüks tüketim ürünleri ve turizm sektörleri her tür ve her renkten seçeneği önlerine serer. Öyle ki,  gerçek dışılığın duyumsattıkları ancak bu uyuşturucuların desteğiyle katlanabilecek bir düzeye indirgenebilir. İşte birçoğu için yanlışı doğruya, çirkini güzele dönüştüren de, başarısızlığı başarı gibi algılatan da bu uyuşturucudur. Uyuşturucu; bazı yöneticiler için dalkavuklarından aldığı övgüler, bazıları için alkol, bazıları için mükellef bir ziyafet, bazıları için pahalı arabalar, bazıları için bir güzel bir yat, bazıları için banka hesaplarında yatan milyonlar, bazıları için satın alınmış genç bedenlerdir.  Bu nedenledir ki, aklın, vicdanın penceresinden öznele, nesnele bakanların gördükleriyle, iş dünyasının penceresinden öznele,  nesnele bakanların gördükleri hiçbir zaman örtüşmez. Bu nedenle, açık bilinç günümüz iş dünyasındaki akıl ve gerçek dışılığı ilk bakışta görürken, uyuşturulmuş bilinç orada şan, şöhret, itibar, servet ve iktidar dışında bir şey göremez. 

Bu yaşamı sürdürülebilir kılabilmenin ikinci şartı ise; yakın çevrenin arzularını bizzat kendi arzularıyla özdeşleştirmek; aileyi, dostu, akrabayı insani var oluşla temelden çelişen bu yaşam formunun içine yerleştirmektir. Ortadaki, akıl dışılığın akla uydurulabilmesi, pespayeliğin hoş görülebilmesi, uzun çalışma saatlerinin seyahatlerin, ailenin ikinci plana atılmasının, telafi edici tüketimin aile efradına onaylatılması ancak böyle bir uzlaştırma uğraşıyla olasıdır.  Dolayısıyla ''istemiyorum ama zorunluyum, ekmek parası işte, tek başıma olsam bu cahil patrona bir dakika katlanmam''  söylemlerin hepsinin arkası boştur, bunlar timsah göz yaşlarıdır. 

Profesyonel yönetici bağımlı olduğu uyuşturucuları yani telafi edici tüketimi kullandığı sürece sanrılarından kurtulamayacak; hem kendisini hem de yakın çevresini mutsuzluğa mahkum edecektir. Çünkü var olan haliyle bu yaşam formu nevrozlu, akıl yarılması yaşayan kişilikler dışında hiç kimseyi mutlu edemez. .

Öznel ya da nesnel herhangi bir şeyin tadına varabilmek, ondan  haz alabilmek için onu elde tutmanın, ona sahip olmanın veya boyunduruk altına almanın bir ön koşul olmadığını kavrayabildiğimiz düzeyde mutlu yaşayacağız.  Çünkü nesnelere veya insanlara sahip olma, onları elde edip boyunduruk altına alma ve saklama tutkusu insanın doğuştan gelen bir özelliği değildir. Sosyal bir olgudur. Kültürel bir dayatmadır.  



11 Temmuz 2015 Cumartesi

Danışman mı, Soytarı mı?

Peter; doğrusu sevgili Raphael, bir kral yanına girmemenize şaşırıyorum. Hangisine başvursanız hem hoşlanır hem yararlanır değerli dersler alırdı sizden.. Siz de hem kendinize hem ailenize, hem de dostlarınıza parlak bir durum sağlardınız’’
Raphael; ailemden yana pek kaygım yok. Bana bencil demeye dilleri varmaz; daha fazla para kazanmak için de benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler.

Peter: Yanlış anlamayın. Ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek istedim’’ 

Raphael: Dostum krallar, ikisini ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden uşak olarak görürler.’’

Peter; Bakan ya da başka şey.  Benim istediğim sizin halka, insanlara daha yararlı olmanız ve kendiniz için daha mutlu bir yaşam sağlamanız.

Söze Moros karışır; Siz paraya, devlet koltuğuna düşkün değilsiniz, orası belli. Bana sorarsanız, sizin gibi bir insana, bir imparatorluğun başındaki insandan daha çok saygı duyarım. Ama bana öyle geliyor ki sizin kadar olgun düşünceli bir adam rahatlığı pahasına da olsa zekasını kamu işlerinde kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın yolu da büyük bir kralın danışmanları arasına girmektir.''

Raphael: Aldanıyorsunuz dostum. Ben gördüğünüz üstünlükten çok uzağım. Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu işten ne anlarım, ne de anlamak isterim.Kralların danıştığı insanlara gelince: bunların bir kısmı ağızlarını hiç açmaz, çünkü ifade edecek fikirleri yoktur, kendileri akıl almak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, düşüncelerinin işe yarayacaklarını da bilirler; ama her zaman güçlünün düşüncelerini paylaşırlar, onun ortaya attığı budalalıkları alkışlarlar. Çünkü bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla kralın desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler. Çünkü doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama içgüdüsü verir: karga da, maymun da kendi yavrularına gülümser yalnız.  Biri çıkar da yeni bir öneri, düşünce ileri sürecek olursa, bu asalakların akılları başlarından gider; hepsini bir telaştır alır. Kafalarını eşeleye eşeleye doğru düşünceleri çürütecek kanıtlar arar dururlar…’’

Günümüz danışmanlarının yüzyıllar önce Thomas More’un kaleme aldığı bu satırlardan özelikle de yazarın yaşam öyküsünden alacağı çok ders var. Thomas More İngiltere Kralı sekizinci Henry’nin başbakanlığına kadar yükselmiş, kralın en yakın dostları ve akıl hocaları arasına girmiş ama inandığı doğruyu savunduğu, krala ‘’hayır’’ dediği için kafası kesilerek öldürülmüş bir Orta Çağ aydını...
Dogmaya karşı çıkmanın bedeli Orta Çağ’da ödenen kadar yüksek olmasa da günün danışmanları kişisel çıkar uğruna cehaletin kapı kulu olmakta kararlılar.
Misyonları yanlışı engellemek,  bilgiyle geçmişi anlaşılabilir, geleceği öngörülebilir kılmak olan danışmanlar neden patronun dalkavuğu olmayı seçiyor? Bu insanlar kendilerini bilginin ve doğrunun sigortası olarak konumlamak yerine, neden sistemin çanak yalayıcısı olarak konumluyorlar? Çünkü düşünsel ve entelektüel temelden yoksun ahbap-çavuş kapitalizmi her şey gibi danışmanlık kurumunu da yozlaştırıyor. Öyle ya, Orta Doğu Tarzı Yönetimin ‘’kol kırılır yen içinde kalır’’ özdeyişini ne kadar önemsendiğinin para düşkünü danışmanlarca keşfedilmesi hiç sürpriz değil. Bu insanlar bilgisizlik ve liyakatsizliğin; yönetim kurulu salonlarının kapıları ardında, toplantı tutanaklarının dışa kapalı satırları arasında kalacağını iyi biliyorlar.  Dolayısıyla üç kuruşluk çıkar uğruna birer kibir sevicisi, kapris onaylayıcısı olmayı gönüllülükle benimsiyorlar. 

Peki, kim bu insanlar, hangi ölçütlere göre seçiliyorlar?  Onları dört grup altında sınıflayabiliriz. Birinci grup içinde akademik unvanlılar yer alıyor. İkinci grup ünlüler grubu; bunlar değişik şirketlerde yaşamları süresince kişisel itibarlarına yatırım yapmış, şöhretleri dışında hiçbir kalıcı eseri bulunmayan profesyoneller. Üçüncü grup şirkete ait legal-illegal birçok sırrı bilmelerinin karşılığı olarak yaşam boyu bakım hakkı elde etmiş emekli profesyoneller grubu. Dördüncü grup ise, kamuda görev yaptıkları dönemde şimdi kolu kanadı altına girdikleri patrona sağladıkları çıkarların diyeti peşindeki eski bürokrat tayfası.

Bir yanda patron, yani kral ve ailesi, bir yanda kralın soytarı danışmanları, bir yanda kralın aristokratları yani profesyonel yöneticiler bir yanda da inanılmaz bir hızla dönüşen dünya...

Sonumuz hayrola...



1 Temmuz 2015 Çarşamba

Küreselleşme, Bir Şeytan mı Yoksa Bir Melek mi?

The New York Times yazarı Thomas L. Friedman günümüzdeki anlamıyla küreselleşmeyi en erken öngören düşünürün Karl Marx olduğunu söyler. Gerçekten de, Marx’ın on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yaptığı saptama, günümüz insanını şaşırtacak doğruluktadır.

’Eskiden kurulmuş olan tüm sanayiler ya yıkılıp gitti ya da her geçen gün yıkılıp gidiyor. Bunların yerini, yerli ham maddeyi değil, uzak yerlerden sağlanan ham maddeleri işleyen sanayiler; ürünleri sadece üretildikleri ülkede değil,  dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler alıyor. Ülke içinde üretilen ürünlerin karşıladığı eski gereksinimler yerini uzak  ülkelerin ürünlerine bağlı yeni gereksinimlere bırakıyor. Ulusal içe kapanıklılık ve kendi kendine yeterlilik yerini çok yönlü ilişkilere ve ülkelerin evrensel karşılıklı bağımlılığına bırakıyor. Sadece maddi üretim değil,  düşünsel yaratımlar da tüm ulusların  ortak malı oluyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşıyor…''

İnsanlık tarihi süresince  hiçbir güç ya da ideoloji  küreselleşmeyle ortaya çıkan ekonomik, sosyal, kültürel bütünleşmeyi  sağlayamadı.  Bütünleşme günümüzde de tüm hızıyla devam ediyor.  Sürecin var olan dinamiklerle kesintiye uğramadan sürmesi durumunda; az sayıda küresel şirket dünya ekonomisini  ve siyasetini yönetir konuma gelecek.  Varsıllarla yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da derinleşecek. Etnik gruplar, dinler, mezhepler arasındaki çatışmalar artarak sürecek...
Bu gelişmelerin yepyeni bir düzen ortaya çıkarması kaçınılmaz. Bu yeni dünyanın egemen gücü hükumetler değil şirketler, yöneteni devletler bürokrasisi değil şirketler aristokrasisi olacak. Yönetenlerle yönetenlerin rollerinin sil baştan  tanımlanacağı bu yeni düzende, ülkelerin refah düzeyini; ihracat yapmakla marka yaratmak, keşfetmekle taklit etmek, küreselleşmeyle küresel şirketlere hizmet etme seçenekleri arasındaki ayrımları kavrama düzeyi belirleyecek.

Bugün, Türk şirketlerinin ve ekonomiyi yönetenlerin   küreselleşmenin temel dinamiklerini  doğru analiz edemediği bir gerçek . Bu aymazlık, elde edilmiş sınırlı ekonomik kazanımların yitirilmesinin yanında her geçen ay yerli birkaç şirketin  küresel sermayenin  eline geçirmesine yol açıyor. Üstelik bu gelişmeler tam da sömürge ordularının işlevlerini çok uluslu şirketlere devrettiği bir dünya içinde gerçekleşiyor.

Bugün, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkeler çalışanlarını köle ticaretini aratmayacak bir acımasızlıkla satılığa çıkartmış durumda.   Yaratmanın zorluklarını, taklitçiliğin kolaylığına yeğ tutan bir lobi ‘’en ucuz, en örgütsüz, en uyruklaştırılmış iş gücü ben de’’ kampanyaları düzenliyor.   Sendikalar işlevsizleştiriliyor, kurumsal vergiler düşürülürken dolaylı vergilerler yükseltiliyor,  eğitim sistemi küresel şirketlerin isteği doğrultusunda yeniden yapılandırılıyor. Oysa satın almalarla, stratejik ortaklıklarla, birleşmelerle,  iş hacimlerini hızla büyüten küresel  şirketlerin  hedefi yatırım yaptıkları ülkenin refah ve gelişmişlik düzeyini artırmak  insanların çalışma koşullarını iyileştirmek değil.   Vatandaşlarını ucuz iş gücü olarak çok uluslu sermayeye pazarlayanlar, küresel şirketlerin  açlık sınırında ücretlerle çalışmaya razı iş gücü, ucuz ham madde tedarik edebildikleri sürece ülkede kalacağı gerçeğini yadsıyorlar. Bu güne kadar ortaya çıkan sonuçlar yerel kalanın küreselleşen tarafından yok edileceğini  açıkça ortaya koydu.  Şirketleri küreselleşmemiş  bir ekonominin kapılarını küresel sermayeye plansız ve ön koşulsuz olarak açmak sömürge ekonomisi yaratmak dışında bir sonuca  yol açmıyor... 

Gelecekte ülke insanlarının köle mi, yoksa efendi mi olacağını  Türk Şirketlerinin uluslararası düzlemdeki etkinliği yani küreselleşme becerisi belirleyecek.   Dolayısıyla küresel ekonomik bütünleşme sürecinde şirketlerin; yaratımsız, taklitçi yerel hizmetkar olarak kalmak ya da marka, teknoloji yenilik yaratarak küreselleşmek dışında seçeneği yok. Fakat  ne yazık ki, Türk İş dünyasının ''sermayedar yöneticileri''  hala bir üçüncü seçeneğin bulunmadığı gerçeğini  görmemezlikten geliyor.   


24 Nisan 2015 Cuma

''Karizmatik Lider'' Muharrem



Bir ''karizmatik''lider düşünün ki, yaptığı her iki yatırımdan biri hüsranla sonuçlansın. Bir ''karizmatik'' lider düşünün ki, hataları yönettiği organizasyonu yüz milyonlarca dolar zarara uğratsın. Bir ''karizmatik'' lider düşünün ki, gösteri yapma yetkinliği, diksiyonu ve kulaktan dolma bilgiler dışında bir yetkinliği bulunmamasına rağmen ilahlaştırılsın. Bir lider düşünün ki, tüm başarısızlıklarına karşılık medya tarafından ülkenin en başarılı yöneticilerinden biri olarak pazarlansın, pırıl pırıl gençlere örnek gösterisin...


     ''Muharrem yerden on bin metre yüksekte böyle bir son hak etmediğini düşünüyordu...         İşten atılma gibi bir olguya hiç aklını yormamıştı. Öyle ya, ''işini yitirme'' sıradan insanların dünyasına ait bir olguydu. Patronların, büyük adamların, yaşamında yeri yoktu. İş yaşamı süresince verimsizlik, karlılık, etkinsizlik gibi gerekçelere binlerce insanın işine son vermişti. Kriz yıllarında önüne konan küçülme planlarını hep yetersiz bulmuş, üç beş insanı daha listeye eklemek için yöneticilerine baskı yapmıştı. Şimdi olacak şey miydi bu? İki kelimeyi yan yana getirip tümceye dönüştürmekten aciz binlerce yönetici keselerini doldurmayı sürdürürken; o, New York- İstanbul uçağında betimlenmesi olanaksız bir ruh durumu içinde geçmişiyle hesaplaşıyordu... Uzun süre ülkesinden uzak kalmıştı. Fakat doğduğu ülkede patronların, yöneticilerini varlıkla yokluk arasındaki o ince çizgiye nasıl hapsettiklerini, nasıl uyruklaştırıldıklarını, yönetici kılıklı cahil sermayedarların çalışanların üzerine nasıl kabus gibi çöktüklerini hiç unutmamıştı...Şimdi, saatte 750 kilometre hızla yıllar önce kaçmayı kotardığı cehenneme geri dönüyordu. Uçak  İstanbul için alçalmaya başlamıştı bile. Dokuz saatlik yolculuk süresince hiç uyuyamamıştı sürekli o günü düşünmüştü. İki gün sonra yönettiği şirket iş sonuçlarını kamuoyuna açıklayacaktı. Onlarca uzman, günlerce, şirketin mali tabloları üzerinde çalışmış rötuş üzerine rötuş yapmıştı. Ne var ki, sonuçların düzeltilmiş hali bile kötüydü. Böyle bir bilançoyla şirketin hisselerinin  değer yitirmemesi neredeyse olanaksızdı.

Hattın diğer ucundaki yatırım danışmanına ‘’hepsini sat‘’ demişti o gün. Danışman telefonu kapatır kapatmaz müşterisinden aldığı talimatı sisteme girmiş, hisseleri satmıştı. Muharrem, servetini korumuş olmanın huzuruyla Hudson nehrine bakan ofisinin penceresinden iş dünyasının önemli simgelerinden biri konumundaki kenti seyrediyordu. New York'ta yaşamaktan hep gurur duymuştu. Öyle ya, Amerika, kucak açtığı on milyonlarca göçmenden çok daha cömert davranmıştı ona: Sadece bütün saygın ülkelerde kabul gören  pasaportunu vermekle yetinmemiş, insanların yüzde 99,99‘unun düşünü bile göremeyeceği; ‘’bu dağ hazıra dayanır’’ dedirtecek türden bir servet kazandırmıştı.  Ne var ki, varsıllığa rağmen  konumu itibari elde ettiği şirket verilerini suç olduğunu bile bile kişisel çıkarı için kullanmıştı...  Öyle ya, servete servet katmak için ne kazandıklarını sermaye yapmak ne de kişisel risk almak zorundaydı.

Yönettiği şirketinin yeryüzünün her coğrafyasına uzanan güçlü kolları hizmetindeydi. Konumundan devşirdiği güçle onlarca ülkeye  yayılmış görkemli bir ilişki ağı inşa etmişti. Yönetim kurulu üyelerinden şirketin alt orta üst  düzey yöneticilerine, tedarikçilerden siyaset adamlarına,  küresel şirketin çeşitli ülkelerde üretim-satış haklarını elinde bulunduran iş adamlarından gece kulübü patronlarına, restoran sahiplerine kadar her konumdan, her ırktan, her inançtan insan vardı bu ağın içinde. Muharrem şirket dışı ilişkilerini yapılandırırken izlediği stratejiyi şirket içi iş ilişkilerini yapılandırırken de kullanmıştı. Yöneticileri, çalışanları yetkinlik ve performanstan çok adamlarım, adamım olmayanlar ölçütüyle sınıflamıştı. ‘’Adamım’’ betimlemesi buyruklarını doğru-yanlış, etik etik dışı, şirket çıkarı kişisel çıkar ayrımını sorgulamadan yerine getiren astları için kullandığı bir betimlemeydi. Adamı olanlar, yönettiği şirketlere; mal ve hizmet sağlama, yönetici olma, danışmanlık yapma gibi ayrıcalıklara liyakat ve yetkinlikten azade olarak sahiptiler.

Muharrem arzuladığı her şeyi elde etmişti. Herkesin imrenerek izlediği bir yaşamı vardı. Gel gelelim, yaşadığı çevrenin değer yargıları ''yeter'' kavramının içini boşaltmış, dürüstlüğün kişiye zamana mekana göre değişen göreceli bir değer olduğuna inandırmıştı onu. Yine yaşadığı çevre; kişisel gelişim ve iş kitaplarındaki anlatıların tersine liderliği sürdürülebilir kılan temel etmenlerin güç ve para olduğunu, zirve yolunun önce ben demekten, iyi rol yapmaktan, arkadan dolanmaktan geçtiğini öğretmişti ona....

Muharrem, şirket iş sonuçlarının açıklanmasını takip eden sabah özel asansörüyle ofisine çıkarken sonunun nereye varacağını  bildiği o malum konuyu düşünüyordu hala. Asistanına kimseyle görüşmek istemediğini söyleyerek, odasına kapanmıştı.  Bilincini oyalamak için denediği hiçbir şey sonuç vermiyordu. Gazete okumayı denemiş, becerememişti. Posta kutusundaki mesajlara odaklanmaya çalışmak da zihnini dağıtamamıştı. Umarsız uğraşların sonunda, gözleri, odasına girdiğinden beri bakmamak için uğraş verdiği Reuters(*) ekranına kaymış, ekrandaki yüzlerce veri içinden şaşırtıcı bir seçicilikle aradığını buluvermişti. Şirket hisseleri sattığı fiyatın yüzde yirmi altındaydı. Kalp atışları bir anda hızlanmıştı, İhtirasının  sesi ’’tekrar al, tekrar al Muharrem’’ diye haykırırken: vicdanının sesi   ‘’ servetinin azalmasını önledin, daha ne istiyorsun dur!’’ diye haykırıyordu. Gel gelelim vicdanının  sesi hırsıyla ördüğü duvarları aşıp bir türlü bilincine ulaşamıyor; bedeni kasılıyor, göğsü sıkışıyor eli telefona uzanıp geri geliyor, ama son hareketi bir türlü yapamıyordu. Oysa çelişkiler içinde kıvranan, ihtiraslarının esiri bu adam farklı yatırım araçlarına dağıtılmış, her gün çığ gibi büyüyen inanılmaz büyüklükteki bir servetin sahibiydi. Fakat hırsızlıkla eşdeğer bir edimi ''yap'' diye haykıran ihtirasının sesine bir türlü kulaklarını  tıkayamıyordu. Muharrem  koltuğunda oturamayacak kadar heyecanlanmış ayağa kalkmış  masasının karşısında duran bara yönelmiş, raflarda dizili viski şişelerden birini rastgele seçerek bardağının yarısını buz yarısını viskiyle doldurmuştu. Boğazından boş midesine inen her yudum vicdanın sesini biraz daha bastırırken İhtirasın ‘’Haydi son bir hareket daha. TEKRAR AL’’ diyen sesini yükseltiyordu.  Muharrem, sabah ofise gelirken yüzleşeceğinden emin olduğu eşikteydi. Daha önce defalarca aynı suçu işlemişti artık durması olanaksızdı.  Telefona uzanan eli belleğindeki numarayı tuşlamış ve yatırım danışmanına ''Hepsiyle tekrar al’’ demişti. Bu kez danışman iki gün önce  sattığı adetten çok daha fazla hisse senedi satın almıştı; piyasasının yüzlerce yıldır aksaksız işleyen kuralı bir kez daha işlemiş, birileri kaybederken birileri kazanmıştı.

Yapılan yasa dışı işlemden kısa bir süre sonra, SEC'e ( Securities and Exchange Commission) gelen bir ihbarla başlatılan soruşturmada yetkililer Muharremin ismine ulaşmakta hiç zorluk çekmedi. Açılan soruşturma sonrasında komisyon Muharrem’i suçlu buldu, Haksız kazandığı beş yüz bin doları faiziyle birlikte geri ödenmesine ve soruşturma giderlerinin suçludan tahsil edilmesine karar verdi.    Muharrem liberal ekonominin yürürlükte bulunduğu her ülkede  karşılığı hapis cezası olması gereken  bir edimden mali bir yaptırımla sıyrılmayı başarmıştı. Ancak işine devam etmesi olanaksızdı. Şirketin yönetim kurulu üyesi olan can dostu Peter bile artık kurtaramazdı onu.  Bu kez serçe yeterince yükseğe sıçrayamamış iş dünyasının acımasız pençeleri içinde sıkışıp kalmıştı… Artık o bir işsizdi.


(Bu olaydan bir süre sonra Muharrem iş dünyasına geri döndü. Peki, nasıl kotarmıştı bu işi. Nasıl bir yönetim anlayışı kabul etmişti onu? Yeni patronlarıyla nasıl bir ilişki geliştirecekti...)

Gerçek olaylardan esinlenilerek yazılmıştır.


(*) Reuters; Finansal piyasalardan bilgi analiz sağlayan ve bu bilgileri üyelerine bedel karşılığı online yayınlayan şirket.






16 Nisan 2015 Perşembe

'Karizmatik' Lider Aldatmacası

''Karizma'' kavramı bir bireyin sıradan insanlardan farklı, doğaüstü, insanüstü bazı özel niteliklere sahip olması bağlamında kullanılır. Öğretiye göre, karizmatik özelikler sıradan insanların ulaşamadığı örnek özelliklerdir ve kişi bu özeliklerin temelinde lider sayılır.
Geçmişte peygamberlere, bilge kişilere, büyücülere atfedilen bu sıfat bugün iş dünyasının tanınmış, CEO ları, yönetim kurulu başkanları, için kullanılıyor.

 Öyle ya, bir şirketin bir kurumun aldığı her kararın, çizdiği her stratejinin, yaptığı her yatırımın bir başarı gibi pazarlanması ancak kahramanlar, efsaneler, yaratmakla olasıdır. Tam da bu nedenle, uzmanlığın, ortak aklın bilginin, diyalektiğin karşısına gizemli insanüstü güçlere sahip bir lider tiplemesi konumlandırıldı. Liderlik, dehanın insanlar üzerindeki nüfuz gücüyle, bir kahramanın içtepileriyle, büyük adamın sezgileriyle özdeşleştirildi. Yaşamın her alanında insanlığa acı ve gözyaşı dışında bir şey kazandırmamış olan;  kahramana, ustaya tapma kütlü iş dünyasına taşındı. Başkan, CEO, genel müdür, direktör koltukları, kimsenin göremediğini gören, kimsenin sezemediğini sezen yani insanüstü güçlere sahip olduğunu savındaki ''karizmatik'' liderlerle doldu taştı.

Peki, insanlara akıl veren, başarılı olmanın yollarını anlatan, iş, siyaset, yaşam üzerine ahkam kesen bu liderler kim?  Ortakları, çalışanları, piyasa oyuncularını, medyayı etkilemek için sahne alan gösteri ustaları mı? Yoksa, gerçekten toplum için çalışanları için değer yaratan kahramanlar mı? Gerçek şu ki çalışanların büyük bir bölümü bu soytarıların ne kadar lider ne kadar yetkin olduklarını biliyor. Fakat organizasyona dışarıdan bakan sıradan insanların bu yapay kişilikleri keşfetmeleri hiç kolay değil. Ülkemizde, özerk şirket analistlerinin, ekonomi yazarlarının, özellikle de aktivist şirket ortaklarının bulunmaması ''kim yetkin lider kim değil?'' sorusunu yanıtlamayı zorlaştırıyor.

Sanıyorum ki, bu koşullar altında doğru yöntem bir liderlik profili çizmek ve yukarıdaki soruyu bu profil çerçevesinde irdelemek.

Lider kimdir? 

Lider saygınlığının ardında bilgi, adilliğinin arkasında vicdan bulunan insandır. Onun tutarlılığı bütünü görebilme yeteneğinden, özgüveni özerkliğinden beslenir. Lider çıkarlarını önderlik ettiği insanların kişisel çıkarlarından  ayırmaz. Lider taciz etmez, mobbing uygulamaz. Bu  insanlık dışı davranışların yönettiği organizasyona yeşermesine izin vermez.

Lider çok sesliliği, farklılığı, aykırılığı, sıra dışılığı uyumlu bir  bütünselliğe dönüştüren kişidir. O, her insanın ayrı bir ''ben'' bulunduğunu, farklılığın yaratıcılığın itici gücü olduğunu bilir bu nedenle tek tipleşmeye, kurum kültürü safsatalarına karşıdır.

Lider, sınırlandırılmayı güçsüzlük, yetki paylaşımını zaaf, ortak aklı öncelemeyi kararsızlık olarak görmez. Lider diyalektiğin (tez, karşı tez, sentez) doğruya ulaşmadaki gücünün farkında olan kişidir. O, sentezle sonuçlanmayan tartışmanın değer değil kaos yarattığını, tez antitez karşıtlığının ancak bilginin itkisiyle doğruyu keşfedebileceğini bilir.   

Lider; dürüstlük, doğallık, tutarlılık, adalet, erdem, özgürlük, gerçeklik, bilgi, güven kavramlarının simgesidir.

Lider, yöneten değil ufuk açandır. O, bilen değil öğrenendir. O, eleştiren değil öğretendir. O, buyuran değil yol gösterendir. O, bilgiyi saklayan değil paylaşandır.

Liderin temel işlevi her çalışanda içkin olan özyönetim, özdenetim liderlik ruhunu özgür kılmak; binlerce liderle yönetilen bir organizasyon yaratmaktır.  Lider tekleşerek ayrışarak varlaşamaz; o, biricikliğe dayanan başarıların sürdürülemezliğini içselleştirmiş kişidir. Liderin nihai hedefi; yönetime yönetene duyulan gereksinimim ortadan kaldırmaktır.

Görüldüğü gibi Liderlik asla bir kişinin tekeline bırakılamayacak kadar önemli bir olgu. Günümüz iş dünyasında; ‘’ben'' yaptım söylemini dillerine pelesenk etmiş, başarıyı kendine başarısızlığı astlarına yontan, organizasyonun gücünü kurumsal kimlik yaratmak yerine kendini pazarlamak için kullana; liderlere yer yok. Çağın iş kültürü, ortak aklın gücünü yok sayan vitrin mankenlerine; ‘’hayır sen yapmadın, biz yaptık’’ diye haykıracak çalışanların omuzlarında yükselecek.

Çağın bilgi işçileri, astlarının sırtlarına basarak yükselen CEO’lara, bilgisiz patronlara gerçek değeri yaratanın kimler olduğunu eninde sonunda gösterecek. 
Yararlanılan Kaynak;
Bürokrasi ve Otorite Max Weber Adres Yayınları Çeviri H.Bahadır AKIN 2008


10 Nisan 2015 Cuma

Neden Yazıyorum

Türk toplumu patronların, profesyonel yöneticilerin para karşılığında kaleme aldırdığı ‘’nasıl başarılı oldum’’ saçmalıklarıyla dolu biyografilerle yanıltıldı.  Gerçekle bağdaşmayan bu anlatılar yeni kuşak yöneticilerin, çalışanların iş dünyasında olup biteni neden-sonuç ilişkisi bağlamında analiz etmesini engelledi. İşinsanlarının, farklı zaman ve mekanlarda türdeş hatalarla tekrar tekrar karşılaşmasına yol açtı. İş yaşamının görünenle gerçek, sürdürülemezle sürdürülebilir fenomenlerini paylaşma fikrim bu düşüncelerin ışığında ortaya çıktı. Uzun süre paradoksun içinde yaşamış, sayısız rezalete tanıklık etmiş biri olarak susmamam gerektiğine inandırdı beni. İş ve insani varoluşu arasındaki ilişkiyi, nesnel bilginin ışığında tekrar irdeleme uğraşı çalışma yaşamıyla ilgili yargı ve düşüncelerimi sil baştan şekillendirdi.  Ensemden ‘’yapma, düşünme, konuşma, yazma, yargılama’’ diye fısıldayan sesi susturdu. Yazmayı, okumayı insani bir edim olarak içselleştirmemiş iş çevresinde yaşamış, yarısı yabancı dillerden, yarısı Türkçeden devşirme plaza lisanını yıllarca kullanmış bir insan için yazmaya soyunmak inanın hiç kolay değil. Bu nedenle yazılarımdaki hataları anlayışla karşılamanızı diliyorum...

‘’Babamın iş gezilerinden birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar bana hiç unutturmadı. Çevresinde bir daire çizilen adam çevresini kuşatan bir kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adam o dairenin dışına çıkamıyordu. Adamın Yezidi olduğu söylendi. Adamın dairenin kutsallığına inandığı için dışına çıkamadığını öğrendim.’’ Murathan Mangan’ın Paranın Cinleri kitabında okuduğum bu satırlar; bilginin ışığı ile aydınlanmış bir yolda ilerlemenin önemini ne kadar  iyi vurguluyor. Evet, gerçekten de bilgi insanın insanca yaşaması, çalışması, değer yaratması için son derece önemli.

Bilginin yaşam kalitesi üzerindeki belirleyiciliğine karşılık, herkes gibi ben de, iş dünyasının bilgiyle, gerçeklikle, geçmişle, gelecekle bağlarını koparmış ilkel iş yapış kültürünü bir çemberin içinde taşlanarak öğrenmek zorunda kaldım. Çünkü, geçmişte bu ilkelliğe tanıklık edenler, gelecek kuşaklar için ne bir durum tespiti, ne bir çözümleme ne de bir yol haritası bırakmadan cehennemi terk etmişlerdi. Bu duyarsızlık hala devam ediyor. Türk toplumu hala iş dünyası içinde olup bitenden habersiz . Ne üzücüdür ki, borsa, döviz kuru, faiz, enflasyon, istihdam gibi etkileri kısa erimde duyumsanan olgular dışında çalışma yaşamı kimsenin ilgisini çekmiyor. İnsanların büyük çoğunluğu çalışmayı sadece yaşamı sürdürmenin bir aracı, bir gelir, bir ücret kaynağı olarak görüyor.  Oysa, arkeolojik antropolojik bulgular bize insanı insan kılanın, doğanın sunduklarıyla yetinmek zorundaki havandan ayıranın ‘’iş’’ olduğunu gösteriyor. Evet, insan alet yapan bir hayvandır. Ama alet işi değil, iş aleti yaratır. Ekonomi politikçiler ''iş'' bütün zenginliklerin kaynağıdır derler. Fakat ''iş'' bundan da öte sonsuz bir şeydir. İnsanın tüm varlığı için temel koşuldur.  İş, o ölçüde önemlidir ki bir anlamda insanı iş yaratmıştır. Yani insanı insan eden emek, iş, tek sözle eylem … Kafadaki beyni us, ön ayakları el, ağızdaki tat alma organını konuşan dil eden odur.

Gerçekten de çalışan insan nesneyi yeniden üretirken, doğayı biçimlendirirken eşzamanlı olarak kendini de yaratır. Nesneyi emeğiyle yeniden şekillendirir varlığın nesne karşısındaki o muhteşem gücünü keşfeder. İnsan mekânsal ve zamansal varoluşunu kendine ancak çalışıp edimde bulunarak kanıtlayabilir. Diğer yandan iş insanı toplumsallaştıran en önemli araçlardan biridir. Toplum bireyi ve onun kendine ait olduğunu ona verdiği işle kabul eder. Toplumun bir insandan bir şey istememesi bir tür ötekileştirme,  dışlanma anlamına gelir. Dolayısıyla iş görev ve yurttaşlık hakkı birbirlerinden bağımsız olarak değerlendirilemez. İşte, duyarsız kaldığımız, üzerinde yazmadığımız, okumadığımız tartışmadığımız ‘’iş’’  bir bakıma insanı insan kılan bir edimdir. Bu nedenlerle ekonomi, iş ve çalışma olguları salt içinde bir fiil yer alanların değil tüm toplumun ilgi alanına girmek zorunda. Son analizde, ‘’ben ekonomiden anlamam’’ söylemiyle ‘’ben sadece nefes alıp vermek için yaşıyorum.’’ söylemi arasında hiçbir fark yoktur.

İş dünyamızın  yüz yıllardır nasıl bir karanlık içinde devindiğini anlayabilmek için geçmişe kısa bir yolculuk yapmamız yeterlidir. Üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada 1850 yılına kadar tek bir ekonomi kitabı yayınlanmamıştır. 1850 yılı ile 1899 yılları arasında basılan ekonomi kitabı sayısı ise sadece yedidir. Batı’da ilk iktisat dergisinin 1751 yılında yayınlanmasına karşılık Osmanlı’da ilk ekonomi dergisi 1912 yılında çıkarılmıştır. Adam Smith’in 1723 ile 1790 tarihleri arasında yaşadığını ve Ulusların Zenginliği kitabını 1776 yılında yazdığını, David Ricardo, Jean Baptiste say, Karl Marx, John Stuart Mill, Adam Müler'in eserlerini 19. yüzyılda verdiklerini yukarıdaki saptamalara eklemlediğimizde yüzyıllardır nasıl bir cehalet bataklığında debelendiğimizi çok daha iyi kavrayabiliriz. 

Yüzyılların açığını ancak çok yazarak, çok okuyarak, çok düşünerek çok tartışarak kapatabiliriz... Susmayın! Konuşun, haykırın, yazın


Kaynakça;
Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu
İktisadi Aklın Eleştirisi Andre Gorz
Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması Ahmet Güner Sayar


7 Nisan 2015 Salı

Mutlak Monarşiyle Yönetilen Organizasyonlar

Peter F. Drucker Değişim Çağının Yönetimi (Managing In Time of Great Change) adlı kitabında aile şirketleri için birinci kuralı şöyle vurgular. ‘’Aile üyeleri, en az aile üyesi olmayan çalışanlar kadar yetenekli değillerse, en az diğer çalışanlar kadar değer yaratamıyorsa, şirkette çalışmamalıdırlar. Çünkü tembel ve bilgisiz bir akrabaya işe gelmemesi için ödeme yapmak, onu bordroda tutmaktan çok daha ucuza mal olur. Aile şirketlerinde çalışan aile üyeleri, resmi görev ve unvanları ne olursa olsun, her zaman üst yönetimdedir. Bu insanlar restoranda, yazlıkta kışlıkta tatilde patronun masasında oturur ona ‘’babacığım’’  ‘’dayıcığım’’ diye hitap ederler. 

Şirkette çalışmasına izin verilen sıradan, liyakatsiz, bilgisiz aile üyeleri diğer çalışanların öfkesini kazanır; üst yönetime, şirkete olan güveni azaltır. Yetenekli çalışanlar işten ayrılmasına; kalanların ise kısa süre içinde birer dalkavuğa dönüşmesine yol açar. Örneğin aile, sıradan ya da tembel bir akrabaya ‘’Araştırma Müdürü’’ unvanı verir. Sonra, dışından yetenekli bir profesyonel iyi bir ücretle ‘’Araştırma Müdür Yardımcısı’’ yapılır ve kendisine şöyle denir: ‘Yeğenim Jim’in unvanı yalnızca formaliteden ibarettir. Bunun tek nedeni annesinin bizi rahat bırakmasını sağlamaktır, ne de olsa kendisi bizim ikinci büyük pay sahibimizdir. Jim de dâhil herkes araştırmadan sizin sorumlu olduğunuzu biliyor. Siz de doğrudan benimle çalışarak Jim’i dikkate almayacaksınız.’ Vasat Jim gerçekten araştırmadan sorumlu olsa, şirket araştırmadan vasat bir sonuç alabilir. Buna karşılık makam sahibi ama fiilen sorumsuz, içten içe öfkeli ve kıskanç bir Jim ile sorumluluğa sahip otoritesiz, ama aynı zamanda içten pazarlıklı biri yan yana geldiğinde, her yeri entrikalar ve küçük politikalar kaplar’’

Ne üzücüdür ki, ülkemizde Drucker’ın yıllarca önce yaptığı uyarılarını dikkate almış bir aile holdingi bulmak neredeyse olanaksız. Her nasılsa, şirketlerin çoğunluk hisselerini elinde tutan aile üyelerinin neredeyse tamamı yetkin, uzak görüşlü, lider özelliklerine sahip birer yönetim gurusu olarak doğuyor. Yine her nasılsa, bu ailelerin oğulları, kızları, yeğenleri, torunları bir yöneticide, bir liderde aranan bütün niteliklere, yetkinliklere sahipler. Araştırmalara göre, patronlar, şirketlerindeki çalışanların sadece yüzde beşinin liderlik niteliklerini taşıdığını düşünürken, konu kendi aile üyelerinin liderlik yeteneklerine gelince bu oran yüzde yüze yükseliyor.  İşte bu sakat anlayış, aile şirketlerindeki başkan,‘’CEO’’, genel müdür koltuklarına; cahil, insanlarla iletişim kuramayan, empati kuramaya, özgüven yoksunu aile üyelerinin oturmasına yol açıyor.  

Diğer yanda, çalışanları somut liyakat ve performans ölçütleriyle değerlendirmekle yükümlü profesyoneller, patronların kan bağına dayalı bu atamalarına boyun eğiyor. Hatta bazıları sermayedar aile üyelerinin yanı sıra kendi eş, dost ve akrabalarını yönetici atayacak kadar pervasızlaşıyor. Anlı şanlı sözde profesyoneller çağdaş, kurumsal bir iş kültürü inşa etmek yerine kendilerini ailenin manevi oğlu, kızı olarak benimsetmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Aile üyelerinin evlerine girip çıkmayı, sofralarında oturmayı, havuzlarında yüzmeyi, tekneleriyle gezmeyi, aileden biri olarak benimsenmeyi başarı olarak görüyorlar. Bu işbilmezlik ofislerde çalışanların gözleri önünde sergilendiği için,üstlerine öykünen direktörler, müdürler, patronun oğluna, kızına, torununa yalakalık etmek için en küçük fırsatı değerlendirmekten yüksünmüyorlar. Bir kedi  sinsiliğinde aile üyelerine sokulan bu sözde profesyonellerin amacı; bilgiyle, uzmanlıkla yetkinlikle elde edemedikleri saygınlığı, patrondan çalacakları rolle, devşirecekleri otoriteyle elde etmek uğraşından başka bir şey değil. 

Gerçek şu ki, sermayedar babaya, anneye kendi çocuklarının şirketlerinde çalışan profesyonel yöneticilerinden daha yeteneksiz olduğu fikrini benimsetmek güç. İşte, kurumsallaşma, profesyonelleşme, iktisadi akıl tam da bu nedenle çok önemli. Çünkü profesyonelleşme, aile üyeleriyle çalışanlar arasındaki ilişkilerinin rasyonel bir temele oturtulması bağlamında bir katalizör işlevi görüyor. Aile üyelerinin yetki ve sorumlukları ile profesyonel yöneticilerin yetki ve sorumlulukları arasındaki ayrımın objektif ölçütlerle belirlenmesine olanak veriyor. Görevin gerektirdiği yetkinliklerle bu görevi yerine getiren kişinin yetkinlikleri  arasında bir koşutluk kurulmasına olanak sağlıyor.  

Çağdaş organizasyonlarda profesyonel yönetici çalışanların gözünde akıl, bilgi, yetkinlik ve uzmanlığın temsilcisidir. Daha da önemlisi çalışanlara çağdaş bir iş ortamı sunmakla yükümlü kişidir. Dolayısıyla şirket koridorlarında gezinen oğullar, kızlar,yeğenler, torunlar her şeyden önce profesyonel yöneticinin şirketteki varlık nedenleriyle çelişir. Eğer profesyonel yöneticiler çalışanları tarafından yetkin, saygın birer lider olarak benimsenmek istiyorlarsa yapacakları ilk iş; çağdaş bir organizasyonla aile çiftliği arasındaki ayrımı sermayedar aileye kabul ettirmektir. 

24 Mart 2015 Salı

Neden Aile Holdingleriyle Olmaz?








Tek kişi işletmesi konumunda faaliyet gösteren şirket sahipleri dışında hiçbir patron ‘’şirketin sahibi benim, burayı keyfimce yönetirim, insanları dilediğim koşullar altında çalıştırırım’’ deme hakkına sahip değil. Çünkü kişinin mutluluğu, çalışma koşulları, yaşamı ve insani gereksinimlerini karşılama düzeyi en az girişim özgürlüğü, mülkiyet hakkı kadar toplumsal bir olgu. Dolayısıyla ülke kaynaklarıyla  edinilen sermayenin kullanım şekli üzerinde en az sermaye sahipleri kadar toplumun da söz söyleme hakkı var. 

Bugün sürdürülebilir rekabet üstünlüğü doğrudan şirketlerin marka , teknoloji yaratabilme yetkinliğine bağlı.  Yani refah toplumuna giden yol markaları küresel düzlemde başarıyla rekabet eden, yenilik, teknoloji , trend yaratabilen bir ekonomi inşa etmekten geçiyor. Peki, Ülkenin refah düzeyinin yükseltilmesi bağlamında  kritik bir öneme sahip Türk İş Dünyası bugünkü yapısıyla böylesine ciddi bir sorumluluğu üstlenebilecek yetkinlikte mi?  

Bugün, bu soruya, ''evet'' yanıtı vermek ne yazık ki olası değil.  Aile holdingleri ve bu holdinglerin  kontrolü altındaki şirketler; ne faaliyet alanları, ne marka portföyleri, ne yönetim kalitesi  ne entelektüel birikim  ne de yönetsel yetkinlik bağlamında bu misyonu yerine getirebilecek yeterlilikteler. Yıllar önce, küresel markalara sahip birer çokuluslu şirkete dönüşmüş olmaları gereken birçok aile holdingi hala yabancı şirketlerin, bayisi, dağıtıcısı, küresel şirketlerin montajcısı fasoncusu veya yerel ortağı olmanın ötesine geçebilmiş değil. Bu yapıların büyük çoğunluğu hala yüksek ülke nüfusunun yarattığı tüketim potansiyeli üzerinden para kazanmanın kısır döngüsü içindeler. Gelişmiş ekonomilerin çoktan tasfiye ettiği iş kollarında faaliyet göstermeyi; termik santral, alışveriş merkezi inşa etmeyi, perakendeciliğe, mağazacılığa, tekstil, demir çelik, gıda, inşaat sektörlerine yatırım yapmayı girişimcilikle özdeş tutuyorlar. Kan bağıyla koltuk devşirmiş aile holdinglerini  yönetenler; dün, sanayi devriminin arkasında yatan sosyal, kültürel, ekonomik dinamikleri hangi nedenle kavrayamadıysa bugün de bilgi çağının arka planını aynı nedenle kavrayamıyor. 

Bilgi işçilerinin ve bilginin kılavuzluğunda yeni bir küresel  ekonomik yapı şekillenirken, ''kalıtsal liderler''in boyunduruğudaki birçok şirket  sürekli kaynakların yetersizliğinden yakınarak ülke ekonomisini  aşılması çok zor bir paradoksun içine çekiyor. Bu sözde girişimciler kurumsallaşmak, yönetimde aklı, bilgiyi, yetkinliği egemen kılmak, çağdaş iş organizasyonları inşa etme yerine devletten yardım, teşvik, kayırma dileniyorlar. Uzak görüş yoksunluklarıyla, bilgisizlikleriyle neden oldukları ekonomik sonuçların bedelini genç beyinlere ödetiyor, kendi gelecekleriyle birlikte ülkenin geleceğini de hoyratça tüketiyorlar. Okumayan, yazmayan, araştırmayan, efendisinin vesayetine muhtaç dalkavuk yöneticilerin devrinin onlarca yıl önce kapandığını göremiyorlar. Büyük başarıların, dönüşümlerin arkasında varsaydıkları gibi para babası patronların, yüksek mali kaynakların, karizmatik yöneticilerin bulunmadığını anlayamıyorlar. Başarı, refah ve zenginliğin en az  sermaye kadar idealist, sıra dışı bilgi işçilerinin ve özgür aklın üstünlüğünü benimsemiş organizasyonların varlığına bağlı olduğunu kavrayamıyorlar. Piyasa değeri Türkiye'nin en büyük on sanayi kuruluşunun toplam değerinden çok daha yüksek olan Facebook’un bir avuç genç üniversite öğrencisi tarafından yaratılmasının arkasındaki anlamı keşfedemiyorlar.

Eğer Türkiye, bir refah toplumuna dönüşme hedefinde samimiyse atması gereken ilk adım: ''İş nedir?'' ''Çalışan, patron, girişimci, yöneten, yönetilen kimdir?''  Yönetenlerin kendilerine, astlarına üstlerine topluma karşı sorumlulukları nelerdir?'' sorularını toplumsal bir uzlaşıyla yeniden yanıtlamak zorunda. İş dünyası, sahte yaldızın altındaki kiri pası temizlemek, mevcut ataerkil yapıyı evrensel iş anlayışının ölçütleriyle yeniden yapılandırmak zorunda. 

Bu bakış açılarıyla inşa edilecek yeni ekonomik düzende: 

1) Ülke kaynaklarını kısa vadeli, vurgun peşindeki cahil insanlar yerine uzak görüşlü, bilgili, yetkin, üretici, yani desteklenmeyi gerçekten hak eden girişimcilere kullandırılmalıdır. 

2) Katma değeri yüksek iş alanlarına yatırım yapma, küresel markalara sahip organizasyonlar inşa etme, araştırma geliştirmeye kaynak ayırma patronların keyfiyetine bağlı kararlar olmaktan çıkarılmalıdır.

3) Şirketler liyakatsiz akrabaların çiftliği olmaktan kesinlikle kurtarılmalı. İnsanı, ortak aklı, yetkinliği, yenilikçiliği, yaratıcılığı ve evrensel iş öğretilerini önceleyen bir iş kültürünü egemen kılınmalıdır.

Toplumun refahıyla iş dünyasının beklentileri arasındaki kurulacak böylesi bir koşutluk, aile şirketlerinin küresel markalara sahip çağdaş,kurumsal yapılara dönüşme doğrultusunda kullanacakları ulusal kaynaklara meşruluk kazandırması bağlamında son derece önemli.


On milyonlarca insanın refahı, geleceği  aile holdinglerindeki akraba oligarşisinin ellerine teslim edilmeyecek kadar değerli.   

Dinç Alkın