10 Nisan 2015 Cuma

Neden Yazıyorum

Türk toplumu patronların, profesyonel yöneticilerin para karşılığında kaleme aldırdığı ‘’nasıl başarılı oldum’’ saçmalıklarıyla dolu biyografilerle yanıltıldı.  Gerçekle bağdaşmayan bu anlatılar yeni kuşak yöneticilerin, çalışanların iş dünyasında olup biteni neden-sonuç ilişkisi bağlamında analiz etmesini engelledi. İşinsanlarının, farklı zaman ve mekanlarda türdeş hatalarla tekrar tekrar karşılaşmasına yol açtı. İş yaşamının görünenle gerçek, sürdürülemezle sürdürülebilir fenomenlerini paylaşma fikrim bu düşüncelerin ışığında ortaya çıktı. Uzun süre paradoksun içinde yaşamış, sayısız rezalete tanıklık etmiş biri olarak susmamam gerektiğine inandırdı beni. İş ve insani varoluşu arasındaki ilişkiyi, nesnel bilginin ışığında tekrar irdeleme uğraşı çalışma yaşamıyla ilgili yargı ve düşüncelerimi sil baştan şekillendirdi.  Ensemden ‘’yapma, düşünme, konuşma, yazma, yargılama’’ diye fısıldayan sesi susturdu. Yazmayı, okumayı insani bir edim olarak içselleştirmemiş iş çevresinde yaşamış, yarısı yabancı dillerden, yarısı Türkçeden devşirme plaza lisanını yıllarca kullanmış bir insan için yazmaya soyunmak inanın hiç kolay değil. Bu nedenle yazılarımdaki hataları anlayışla karşılamanızı diliyorum...

‘’Babamın iş gezilerinden birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar bana hiç unutturmadı. Çevresinde bir daire çizilen adam çevresini kuşatan bir kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adam o dairenin dışına çıkamıyordu. Adamın Yezidi olduğu söylendi. Adamın dairenin kutsallığına inandığı için dışına çıkamadığını öğrendim.’’ Murathan Mangan’ın Paranın Cinleri kitabında okuduğum bu satırlar; bilginin ışığı ile aydınlanmış bir yolda ilerlemenin önemini ne kadar  iyi vurguluyor. Evet, gerçekten de bilgi insanın insanca yaşaması, çalışması, değer yaratması için son derece önemli.

Bilginin yaşam kalitesi üzerindeki belirleyiciliğine karşılık, herkes gibi ben de, iş dünyasının bilgiyle, gerçeklikle, geçmişle, gelecekle bağlarını koparmış ilkel iş yapış kültürünü bir çemberin içinde taşlanarak öğrenmek zorunda kaldım. Çünkü, geçmişte bu ilkelliğe tanıklık edenler, gelecek kuşaklar için ne bir durum tespiti, ne bir çözümleme ne de bir yol haritası bırakmadan cehennemi terk etmişlerdi. Bu duyarsızlık hala devam ediyor. Türk toplumu hala iş dünyası içinde olup bitenden habersiz . Ne üzücüdür ki, borsa, döviz kuru, faiz, enflasyon, istihdam gibi etkileri kısa erimde duyumsanan olgular dışında çalışma yaşamı kimsenin ilgisini çekmiyor. İnsanların büyük çoğunluğu çalışmayı sadece yaşamı sürdürmenin bir aracı, bir gelir, bir ücret kaynağı olarak görüyor.  Oysa, arkeolojik antropolojik bulgular bize insanı insan kılanın, doğanın sunduklarıyla yetinmek zorundaki havandan ayıranın ‘’iş’’ olduğunu gösteriyor. Evet, insan alet yapan bir hayvandır. Ama alet işi değil, iş aleti yaratır. Ekonomi politikçiler ''iş'' bütün zenginliklerin kaynağıdır derler. Fakat ''iş'' bundan da öte sonsuz bir şeydir. İnsanın tüm varlığı için temel koşuldur.  İş, o ölçüde önemlidir ki bir anlamda insanı iş yaratmıştır. Yani insanı insan eden emek, iş, tek sözle eylem … Kafadaki beyni us, ön ayakları el, ağızdaki tat alma organını konuşan dil eden odur.

Gerçekten de çalışan insan nesneyi yeniden üretirken, doğayı biçimlendirirken eşzamanlı olarak kendini de yaratır. Nesneyi emeğiyle yeniden şekillendirir varlığın nesne karşısındaki o muhteşem gücünü keşfeder. İnsan mekânsal ve zamansal varoluşunu kendine ancak çalışıp edimde bulunarak kanıtlayabilir. Diğer yandan iş insanı toplumsallaştıran en önemli araçlardan biridir. Toplum bireyi ve onun kendine ait olduğunu ona verdiği işle kabul eder. Toplumun bir insandan bir şey istememesi bir tür ötekileştirme,  dışlanma anlamına gelir. Dolayısıyla iş görev ve yurttaşlık hakkı birbirlerinden bağımsız olarak değerlendirilemez. İşte, duyarsız kaldığımız, üzerinde yazmadığımız, okumadığımız tartışmadığımız ‘’iş’’  bir bakıma insanı insan kılan bir edimdir. Bu nedenlerle ekonomi, iş ve çalışma olguları salt içinde bir fiil yer alanların değil tüm toplumun ilgi alanına girmek zorunda. Son analizde, ‘’ben ekonomiden anlamam’’ söylemiyle ‘’ben sadece nefes alıp vermek için yaşıyorum.’’ söylemi arasında hiçbir fark yoktur.

İş dünyamızın  yüz yıllardır nasıl bir karanlık içinde devindiğini anlayabilmek için geçmişe kısa bir yolculuk yapmamız yeterlidir. Üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada 1850 yılına kadar tek bir ekonomi kitabı yayınlanmamıştır. 1850 yılı ile 1899 yılları arasında basılan ekonomi kitabı sayısı ise sadece yedidir. Batı’da ilk iktisat dergisinin 1751 yılında yayınlanmasına karşılık Osmanlı’da ilk ekonomi dergisi 1912 yılında çıkarılmıştır. Adam Smith’in 1723 ile 1790 tarihleri arasında yaşadığını ve Ulusların Zenginliği kitabını 1776 yılında yazdığını, David Ricardo, Jean Baptiste say, Karl Marx, John Stuart Mill, Adam Müler'in eserlerini 19. yüzyılda verdiklerini yukarıdaki saptamalara eklemlediğimizde yüzyıllardır nasıl bir cehalet bataklığında debelendiğimizi çok daha iyi kavrayabiliriz. 

Yüzyılların açığını ancak çok yazarak, çok okuyarak, çok düşünerek çok tartışarak kapatabiliriz... Susmayın! Konuşun, haykırın, yazın


Kaynakça;
Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu
İktisadi Aklın Eleştirisi Andre Gorz
Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması Ahmet Güner Sayar


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder