Türk toplumu patronların,
profesyonel yöneticilerin para karşılığında kaleme aldırdığı ‘’nasıl başarılı
oldum’’ saçmalıklarıyla dolu biyografilerle yanıltıldı. Gerçekle
bağdaşmayan bu anlatılar yeni kuşak yöneticilerin, çalışanların iş dünyasında
olup biteni neden-sonuç ilişkisi bağlamında analiz etmesini engelledi. İşinsanlarının,
farklı zaman ve mekanlarda türdeş hatalarla tekrar tekrar karşılaşmasına yol
açtı. İş yaşamının görünenle gerçek, sürdürülemezle sürdürülebilir
fenomenlerini paylaşma fikrim bu düşüncelerin ışığında ortaya çıktı. Uzun süre paradoksun
içinde yaşamış, sayısız rezalete tanıklık etmiş biri olarak susmamam
gerektiğine inandırdı beni. İş ve insani varoluşu arasındaki ilişkiyi, nesnel
bilginin ışığında tekrar irdeleme uğraşı çalışma yaşamıyla ilgili yargı ve
düşüncelerimi sil baştan şekillendirdi. Ensemden ‘’yapma, düşünme,
konuşma, yazma, yargılama’’ diye fısıldayan sesi susturdu. Yazmayı, okumayı
insani bir edim olarak içselleştirmemiş iş çevresinde yaşamış, yarısı
yabancı dillerden, yarısı Türkçeden devşirme plaza lisanını yıllarca kullanmış
bir insan için yazmaya soyunmak inanın hiç kolay değil. Bu nedenle
yazılarımdaki hataları anlayışla karşılamanızı diliyorum...
‘’Babamın iş gezilerinden
birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar
bana hiç unutturmadı. Çevresinde bir daire çizilen adam çevresini kuşatan bir
kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adam o dairenin dışına çıkamıyordu.
Adamın Yezidi olduğu söylendi. Adamın dairenin kutsallığına inandığı için
dışına çıkamadığını öğrendim.’’ Murathan Mangan’ın Paranın
Cinleri kitabında okuduğum bu satırlar; bilginin ışığı ile aydınlanmış bir
yolda ilerlemenin önemini ne kadar iyi vurguluyor. Evet, gerçekten de
bilgi insanın insanca yaşaması, çalışması, değer yaratması için son derece
önemli.
Bilginin yaşam kalitesi
üzerindeki belirleyiciliğine karşılık, herkes gibi ben de, iş dünyasının
bilgiyle, gerçeklikle, geçmişle, gelecekle bağlarını koparmış ilkel iş yapış
kültürünü bir çemberin içinde taşlanarak öğrenmek zorunda kaldım. Çünkü,
geçmişte bu ilkelliğe tanıklık edenler, gelecek kuşaklar için ne bir durum
tespiti, ne bir çözümleme ne de bir yol haritası bırakmadan cehennemi terk
etmişlerdi. Bu duyarsızlık hala devam ediyor. Türk toplumu hala iş dünyası
içinde olup bitenden habersiz . Ne üzücüdür ki, borsa, döviz kuru, faiz,
enflasyon, istihdam gibi etkileri kısa erimde duyumsanan olgular dışında
çalışma yaşamı kimsenin ilgisini çekmiyor. İnsanların büyük çoğunluğu çalışmayı
sadece yaşamı sürdürmenin bir aracı, bir gelir, bir ücret kaynağı olarak
görüyor. Oysa, arkeolojik antropolojik bulgular bize insanı insan
kılanın, doğanın sunduklarıyla yetinmek zorundaki havandan ayıranın ‘’iş’’
olduğunu gösteriyor. Evet, insan alet yapan bir hayvandır. Ama alet işi değil,
iş aleti yaratır. Ekonomi politikçiler ''iş'' bütün zenginliklerin kaynağıdır
derler. Fakat ''iş'' bundan da öte sonsuz bir şeydir. İnsanın tüm varlığı için
temel koşuldur. İş, o ölçüde önemlidir ki bir anlamda insanı iş
yaratmıştır. Yani insanı insan eden emek, iş, tek sözle eylem … Kafadaki beyni
us, ön ayakları el, ağızdaki tat alma organını konuşan dil eden odur.
Gerçekten de çalışan insan
nesneyi yeniden üretirken, doğayı biçimlendirirken eşzamanlı olarak kendini de
yaratır. Nesneyi emeğiyle yeniden şekillendirir varlığın nesne karşısındaki o
muhteşem gücünü keşfeder. İnsan mekânsal ve zamansal varoluşunu kendine ancak
çalışıp edimde bulunarak kanıtlayabilir. Diğer yandan iş insanı
toplumsallaştıran en önemli araçlardan biridir. Toplum bireyi ve onun kendine
ait olduğunu ona verdiği işle kabul eder. Toplumun bir insandan bir şey
istememesi bir tür ötekileştirme, dışlanma anlamına gelir. Dolayısıyla iş
görev ve yurttaşlık hakkı birbirlerinden bağımsız olarak değerlendirilemez.
İşte, duyarsız kaldığımız, üzerinde yazmadığımız, okumadığımız tartışmadığımız
‘’iş’’ bir bakıma insanı insan kılan bir edimdir. Bu nedenlerle ekonomi,
iş ve çalışma olguları salt içinde bir fiil yer alanların değil tüm toplumun
ilgi alanına girmek zorunda. Son analizde, ‘’ben ekonomiden anlamam’’
söylemiyle ‘’ben sadece nefes alıp vermek için yaşıyorum.’’ söylemi arasında
hiçbir fark yoktur.
İş
dünyamızın yüz yıllardır nasıl bir karanlık içinde devindiğini
anlayabilmek için geçmişe kısa bir yolculuk yapmamız yeterlidir. Üzerinde
yaşadığımız bu coğrafyada 1850 yılına kadar tek bir ekonomi kitabı
yayınlanmamıştır. 1850 yılı ile 1899 yılları arasında basılan ekonomi kitabı
sayısı ise sadece yedidir. Batı’da ilk iktisat dergisinin 1751 yılında
yayınlanmasına karşılık Osmanlı’da ilk ekonomi dergisi 1912 yılında
çıkarılmıştır. Adam Smith’in 1723 ile 1790 tarihleri arasında yaşadığını ve
Ulusların Zenginliği kitabını 1776 yılında yazdığını, David Ricardo, Jean
Baptiste say, Karl Marx, John Stuart Mill, Adam Müler'in eserlerini 19.
yüzyılda verdiklerini yukarıdaki saptamalara eklemlediğimizde yüzyıllardır
nasıl bir cehalet bataklığında debelendiğimizi çok daha iyi
kavrayabiliriz.
Yüzyılların açığını ancak
çok yazarak, çok okuyarak, çok düşünerek çok tartışarak kapatabiliriz...
Susmayın! Konuşun, haykırın, yazın
Kaynakça;
Düşünce Tarihi, Orhan
Hançerlioğlu
İktisadi Aklın Eleştirisi
Andre Gorz
Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması Ahmet Güner Sayar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder