Duyularımızla algılayamadığımız olguları ancak düşünce
yoluyla anlamlandırıyoruz. Bu bağlamda soyut olanı ya genelleştiriyor, ya analiz
edip ayrıştırıyor ya da sil baştan
kendi gerçekliğimizi kurguluyoruz. Ne
kadar farkındayız bilinmez ama yaşamımızın her anı kaçınılmaz bir şekilde soyut
olanı somutlaştırma uğraşlarıyla, tartışmalarıyla dolu. Zygmunt Bauman'ın Akışkan Aşk kitabında aşk
ve arzunun nörolojik, biyokimyasal ve psikolojik boyutlarını göz ardı ederek yaptığı
kıyaslama, soyutu somutlaştırma uğraşı açısından ilgi çekici olması ve bu iki olgunun yaşamımızdaki
önemini de dikkate alarak paylaşmak istedim.
''Arzu tüketme isteğidir. İçmek,
yiyip yutmak sonra da sindirmek - yok etmek. Arzu başkalığın (farklı olanın)
varlığından başka kışkırtıcıya gerek duymaz.
O başkalığa götüren boşluğu doldurma yükümlülüğüdür, çünkü bu
keşfedilmemişlik vaadi baştan çıkartıcı farklılığı kışkırttığı ölçüde insanı hem
çeker hem iter. Özü bakımından arzu, bir yıkım açlığıdır. Ve kuşkusuz dolaylı
olarak özyıkım açlığıdır. Arzuya doğumundan itibaren ölüm isteği bulaşmıştır.
Bu arzunun kıskançça gizlediği bir sırdır; arzu özelikle de kendinden gizler bu
sırrı.
Aşk ise özen göstermek ve özen
gösterilen nesneyi koruma arzusudur. Aşk dünyaya eklenmekle uğraşır - her eklenti
seven benliğin canlı izidir; aşkta benlik parça parça dünyaya
yerleştirilmiştir. Seven ben kendini sevilen nesneye bırakarak gelişir.
(...) Aşk hizmette olma anlamına gelir,
her an hazır olmak, emre amade olmaktır - ama aynı zamanda kamulaştırma ve sorumluluk anlamına gelir. Teslim olma
yoluyla kontrol; abartma şeklinde yansıyan fedakarlık. Aşk, bir bakıma iktidar
açlığının siyam ikizidir: ayrıldıklarında her ikisi de hayatta kalamaz.
Arzu tüketmek isterken aşk sahip
olmak ister. Arzunun tatmin bulması nesnesini yok etmesiyle iç içedir, aşk ise
edinimleriyle büyür ve onların kalıcılıkları içinde tatmin bulur. Arzu kendi
kendini yok etse de, aşk kendiliğinden sürer.
Arzu gibi aşk da nesnesi için
tehdittir. Arzu kendi nesnesini yok eder, bunu yaparken kendi kendini de yok
eder, aşk kendi nesnesi etrafına özenle dokuduğu koruyucu ağla bu nesneyi
köleleştirir...
Aşk ve arzu uyumsuzluk içindedir. Aşk
sonsuzluk üzerine atılmış bir ağken, arzu dokuma angaryasından kurtulmayı
hedefleyen bir savaş oyunudur. Doğasına sadık olarak aşk arzuyu sürdürmeye
çabalar; arzu ise aşkın zincirlerinden kaçar.''
Unutmamalıyız
ki, düşünmeden, tartışmadan soyut kavramlar üzerinde ortaklaşmamız neredeyse
olanaksız. İnsan bazen karar almak yerine
kararsızlığı, düşünmek yerine sadece duyumsamayı seçebilir. Ancak bu seçimsizliğin,
bu kararsızlığın bir yaşam biçimine dönüşmesine, bir kişilik özelliği konumuna
yükselmesine izin vermemeliyiz. İmgelem
ve yargıya varma yetkinliğine sahip varlıklar olarak yaşadıklarımızın ardında
yatan psikolojik, sosyolojik nedenlere ilgisiz kalma gibi bir seçeneğimiz maalesef
yok. Sadece, çevremizle iletişim içinde bulunma zorunluluğumuz bile yaşadıklarımızın
arkasında yatan itkileri kavrama, doğru ve içtenlikle ifade etme sorumluluğu
yüklüyor omuzlarımıza.
Duyumsadıklarını
yarattığı sonuçlar bağlamında anlamlandırmaktan, yargılarını içtenlikle ve
dürüstçe paylaşma sorumluluğundan kaçanların insan nitelendirmesini hiç hak
etmediklerini düşünüyorum. Bu nedenle, artık ikiyüzlülüklerinin karşısındakilerce
anlaşılmadığına inanacak kadar salak insanlardan olabildiğince uzak durmaya
çalışıyorum. Öyle ya, kimse içten
pazarlıklı ya da ne yaşadığını, neden yaşadığını bilmeyen, düşünmekten yargıya
varmaktan korkan insanımsılarla bir sosyal çevreyi paylaşmak istemez. Yaşamın,
karşımıza kişisel gelişimi, okumayı, düşünsel üretimi önemseyen insanlar çıkarması
dileği ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in
bir deyişiyle bitirmek istiyorum: ''Zekasını beğendiğin birinin görüntüsünü merak etme, zekasını
kullanmayan birinin görüntüsünden ise etkilenme.''