4 Kasım 2018 Pazar

Aşk ve Arzu Üzerine


Duyularımızla  algılayamadığımız olguları ancak düşünce yoluyla anlamlandırıyoruz. Bu bağlamda soyut olanı ya genelleştiriyor, ya analiz edip ayrıştırıyor  ya da sil baştan kendi  gerçekliğimizi kurguluyoruz. Ne kadar farkındayız bilinmez ama yaşamımızın her anı kaçınılmaz bir şekilde soyut olanı somutlaştırma uğraşlarıyla, tartışmalarıyla dolu.  Zygmunt Bauman'ın Akışkan Aşk kitabında aşk ve arzunun nörolojik, biyokimyasal ve psikolojik boyutlarını göz ardı ederek yaptığı kıyaslama, soyutu somutlaştırma uğraşı açısından  ilgi çekici olması ve bu iki olgunun yaşamımızdaki önemini de dikkate alarak paylaşmak istedim.

''Arzu tüketme isteğidir. İçmek, yiyip yutmak sonra da sindirmek - yok etmek. Arzu başkalığın (farklı olanın) varlığından başka kışkırtıcıya gerek duymaz.  O başkalığa götüren boşluğu doldurma yükümlülüğüdür, çünkü bu keşfedilmemişlik vaadi baştan çıkartıcı farklılığı kışkırttığı ölçüde insanı hem çeker hem iter. Özü bakımından arzu, bir yıkım açlığıdır. Ve kuşkusuz dolaylı olarak özyıkım açlığıdır. Arzuya doğumundan itibaren ölüm isteği bulaşmıştır. Bu arzunun kıskançça gizlediği bir sırdır; arzu özelikle de kendinden gizler bu sırrı. 

Aşk ise özen göstermek ve özen gösterilen nesneyi koruma arzusudur. Aşk dünyaya eklenmekle uğraşır - her eklenti seven benliğin canlı izidir; aşkta benlik parça parça dünyaya yerleştirilmiştir. Seven ben kendini sevilen nesneye bırakarak gelişir. (...)  Aşk hizmette olma anlamına gelir, her an hazır olmak, emre amade olmaktır - ama aynı zamanda kamulaştırma ve  sorumluluk anlamına gelir. Teslim olma yoluyla kontrol; abartma şeklinde yansıyan fedakarlık. Aşk, bir bakıma iktidar açlığının siyam ikizidir: ayrıldıklarında her ikisi de hayatta kalamaz.

Arzu tüketmek isterken aşk sahip olmak ister. Arzunun tatmin bulması nesnesini yok etmesiyle iç içedir, aşk ise edinimleriyle büyür ve onların kalıcılıkları içinde tatmin bulur. Arzu kendi kendini yok etse de, aşk kendiliğinden sürer. 
Arzu gibi aşk da nesnesi için tehdittir. Arzu kendi nesnesini yok eder, bunu yaparken kendi kendini de yok eder, aşk kendi nesnesi etrafına özenle dokuduğu koruyucu ağla bu nesneyi köleleştirir...

Aşk ve arzu uyumsuzluk içindedir. Aşk sonsuzluk üzerine atılmış bir ağken, arzu dokuma angaryasından kurtulmayı hedefleyen bir savaş oyunudur. Doğasına sadık olarak aşk arzuyu sürdürmeye çabalar; arzu ise aşkın zincirlerinden kaçar.''

Unutmamalıyız ki, düşünmeden, tartışmadan soyut kavramlar üzerinde ortaklaşmamız neredeyse olanaksız.  İnsan bazen karar almak yerine kararsızlığı, düşünmek yerine sadece duyumsamayı seçebilir. Ancak bu seçimsizliğin, bu kararsızlığın bir yaşam biçimine dönüşmesine, bir kişilik özelliği konumuna yükselmesine izin vermemeliyiz.  İmgelem ve yargıya varma yetkinliğine sahip varlıklar olarak yaşadıklarımızın ardında yatan psikolojik, sosyolojik nedenlere ilgisiz kalma gibi bir seçeneğimiz maalesef yok. Sadece, çevremizle iletişim içinde bulunma zorunluluğumuz bile yaşadıklarımızın arkasında yatan itkileri kavrama, doğru ve içtenlikle ifade etme sorumluluğu yüklüyor omuzlarımıza.

Duyumsadıklarını yarattığı sonuçlar bağlamında anlamlandırmaktan, yargılarını içtenlikle ve dürüstçe paylaşma sorumluluğundan kaçanların insan nitelendirmesini hiç hak etmediklerini düşünüyorum. Bu nedenle, artık ikiyüzlülüklerinin karşısındakilerce anlaşılmadığına inanacak kadar salak insanlardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum.  Öyle ya, kimse içten pazarlıklı ya da ne yaşadığını, neden yaşadığını bilmeyen, düşünmekten yargıya varmaktan korkan insanımsılarla bir sosyal çevreyi paylaşmak istemez. Yaşamın, karşımıza kişisel gelişimi, okumayı, düşünsel üretimi önemseyen insanlar çıkarması dileği  ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in bir deyişiyle bitirmek istiyorum:  ''Zekasını beğendiğin  birinin görüntüsünü merak etme, zekasını kullanmayan birinin görüntüsünden ise etkilenme.''

8 Haziran 2018 Cuma

Haydi Sevişelim (2)













Seks, son yıllarda sayıları hızla artan ve bağımlılık olarak nitelendirilen olgulardan sadece birisi.  Yaygınlaşan diğer bağımlılıklar arasında uyuşturucuya, alkole, yemeğe, sosyal medyaya, kumara, işe, alışverişe, geziye, futbola aşırı düşkünlük sayılabilir. 
Bağımlılık, bireyin kendi istenciyle terk etmeyi çok zor hatta olanaksız gördüğü, yoksun kaldığında gerilim, bunalım yaratan biyo-psiko-sosyal bir sapmadır. İnsan, bağımlığa özgü deneyimi çok ''özel'' bir şeymiş gibi hisseder; bu durum, hiçbir şeyin o anda bağımlı olunanın yerini tutmaması bağlamında gerçekten de böyledir. Bağımlılıkta devamlılık ön koşuldur, çünkü süreklilik bağımlı olunandan yoksun kalma endişesini giderir. Kişiyi bağımlığın uyuşturucu evresine sokar ve döngünün tekrar tekrar yeniden başlamasını sağlar. Her bağımlılık; benliğin yeterliliği üzerine gölge düşüren bir otonom eksikliği, bir savunma tepkisi ve bir tür kaçıştır.
















Son yıllarda yaşamını olabildiğince fazla sayıda değişik partnerle seks yapmak üzerine kurmuş insanlarla, gruplarla çok sık karşılaşır olduk. İşyerleri, sokaklar, eğlence yerleri, sosyal paylaşım düzlemleri kısacası tüm toplumsal zeminler seks bağımlılarınca kuşatıldı. Cinselliği gizliden gizliye her değerin üzerine konumlayan bu anlayış; evli bekar, ilişki yaşayan yaşamayan ayrımı yapmaksızın karşı cinsi cinsel obje olarak görüyor. (Pervasızlığı yakın arkadaşlarının sevgililerini, eşlerini, iş arkadaşlarını, çalışanlarını birer cinsel hedef olarak görme düzeyine kadar vardıranların sayısı hiç azımsanmayacak düzeyde.) Seks tüketicileri arasındaki etkileşim bir ağa (network) benzetilebilir. Nitekim ağ içinde serbest dolaşım hakkı bulunan katılımcıların çoğu ya sosyal medya profillerindeki arkadaş listelerinde birlikte yer alıyorlar ya da müdavimi oldukları komünal iç mekanlarda aynı ortamı/zamanı/havayı paylaşıyorlar. Ağ içi etkileşimin içeriği, genellikle ergenlik çağındaki insanların davranış ve ifade kalıplarına hapsolmuş durumda: Ağın üniversite mezunu katılımcıları bile  en fazla 50 cinsiyetçi kelimeyle derdini ağda bulunan diğer oyunculara rahatlıkla ifade edebiliyor.

Evet, bu insanlar, sokaklarda, barlarda, işyerlerinde, plazalarda gece gündüz, yaz kış umarsızca bir partner bulma amacıyla aynı anlayıştaki hemcinsleriyle yarışıyorlar. Büyük çoğunluğu niteliğe değil niceliğe odaklı yani amaçları kaliteli insanca etkileşimden ziyade maksimum ölçüde partnere ulaşabilmek.  Dolayısıyla bitip tükenmez uğraşlarla elde edilen her beden adeta yakın çevrelerindeki hemcinsler karşısında “başarının” dolayısıyla da benliğin kanıtı olarak duyumsanıyor. Bu insanlar, deneyimlediklerinden aldıkları hazdan çok daha fazlasını, ilişki anında yaşadıkları seksüel ayrıntıları pornografik bir üslupla, ağ içindeki diğer bağımlılara aktardıkları anlarda alıyorlar. Ağızdan ağza dolaşan bu anlatılarla bir yandan olup bitenleri efsaneleş(tiril)irken diğer yanda  anlatıya konu olan kişiyi diğer bağımlıların hedefi konumuna getiriliyor.










''Ekonomik özerklikten yoksun ve bağımlılıklarını erkek egemen bir kültür içinde yaşamak durumundaki seks düşkünü kadınların işi erkeklere kıyasla çok daha zor. Kadınlar, özgül doğasından koparılarak kültür ve geleneklerle bambaşka bir edime dönüşmüş olan cinselliği, kurallarını erkeklerin koyduğu ve erkeklerce kontrol edilen bir alanda yaşamak zorundalar. Nitekim, seks düşkünü erkeklerin çoğu kadınların kendilerine kendilerinin kadınlara karşı davrandığı şekilde davranmalarını uygunsuz ve tehdit edici buluyor. Cinsel olarak doymak bilmez erkekler, cinsel bağlamda kadınları 2 kategoriye ayırıyorlar; ''kovalanması'' gereken dolayısıyla fethedilebilir olanlar ile bir anlamda erkekler gibi davrandıkları için ahlaki sınırların dışında olanlar ve dolayısıyla ''önemli olmayanlar''. Bu bağlamda, çeşitlilik peşindeki en gayretkeş zamparalar, bağımlılıklarının nesnesi olan kadına yönelik arzularını bir küçümsemeyle birleştiriyorlar. Böylece olağanüstü bir güçle arzulanan özne, kısa bir süre sonra, genellikle de henüz gün bitmeden bir hiç durumuna indirgenirken bitip tükenmek bilmeyen arayış yeni hedeflerle yeniden başlıyor. 

Gerçekte durum tam da, Zygmunt Bauman'ın genelleştirerek vurguladığından farksız: ''Yaşadığımız çağda, insan cinsel aktivitesi (homo sexualis) sürekli olarak gerçekleşmeme ve tatminsizlik durumunda kalmaya mahkumdur; hatta geçmişte cinsel ateşin hızla söndüğü günümüzde mucizevi yöntem ve reçetelerle yeniden başladığı yaşta bile... Bu yolculuğun sonu yoktur çünkü her durakta güzergah yeniden oluşur ve nihai varış yeri bütünüyle meçhul kalır... ''Kadınlar sevgi ister, erkekler seks ister'' eğer bu kaba genelleme doğru olsaydı seks bağımlılığı diye bir sorun olmazdı. Erkeğin mümkün olan en çok sayıda partnerle seks yapma iştahı erkekliğin tamamlayıcı bir özelliği olurdu. Kadınların sevgi arzusu her türlü seks eğilimine baskın çıkar; seks de sevme sevilme ödülünü almanın bedeli olurdu. Bu eski gözlem, en azında günümüzde tersine çevrilebilir. Yani kadınlar seks mi istiyor? Evet kadınlar ilk defa duygusallıktan bağımsız bir şekilde yaşamlarının ve ilişkilerinin bir birleşeni olarak zevk arayabiliyor. Peki, erkekler sevgi mi istiyor? Tersine görünmesine karşılık kesinlikle istiyorlar -üzerinde pek konuşulmamış yollardan da olsa, belki de kadınların çoğundan fazla.'' 

Gerçek o ki, insan cinselliğine yönelik bu hastalıklı yaklaşımlar kadın erkek etkileşimi, dayanışması ve arkadaşlığı karşısındaki en büyük engellerden biri.  ''Kullan-at'' anlayışı üzerinde temellenen tüketim toplumunun dayattığı anlık, hızlı tatmin gereksinimi, sürdürülebilir çaba gerektirmeden elde edilen kazanımlar ve sözde uzmanların (çağdaş büyücülerin) şaşmaz reçeteleri bu yaklaşımları  destekliyor. Ve bu yaşam anlayışı hiç kuşku yok ki, dayanışma, karşılıklı özen, öteki için yaşama, duygudaşlık, yoldaşlık, paylaşma, dostluk, yardımlaşma, sempati gibi insani bağlılıklar kurmanın temelini oluşturan duygu, tavır ve yaklaşımların içini boşaltıyor. Kadın erkek ilişkisini niteliksizleştiriyor ve insanın nitelikli sosyalleşme potansiyelini sınırlıyor.  

Yazıyı dünyanın en ünlü ve üretken sosyoloji profesörlerinden Anthony Giddens'ın Mahremiyetin Dönüşümü adlı kitabından yukarıda yaptığım alıntılara ek olarak yapacağım bir alıntıyla bitirmek istiyorum.
''Bir yazarın dediği gibi: Onlar kadınların peşinden, sıradan flörtü rastgele ve düzensiz bir şeymiş gibi gösteren bir acelecilikle evliliklerini, kariyerlerini, sağlık ve onurlarını tehlikeye atan bir pervasızlıkla koşarlar.  Bir çok seks bağımlısı erkek ve kadın aynı zamanda sürekli bir ilişkiyi de sürdürerek, rastlantısal ilişkilerinin dışında bir istikrar arayışı içindedir. Bunu yaparlarken acıklı hilelere, yalanlara başvurmak zorunda kalırlar. Cinsel zafer peşinde koşmak diğer bağımlıklarda da gördüğümüz yıkıcı mutsuzluk ve hayal kırıklığı döngüsü üretir.  Yazarımız, sonunda onu bir cinsel bağımlılık grubuna katılmaya iten deneyimlerini  şu şekilde dillendiriyor.
''Acıdan kaçınmak için aldığım önlemlerin kendilerinin ölçülmez derecede acı verici bir hale geldiklerini fark ettim. Benim için zamparalık artık 'işlemiyordu'. Bağımlılığımın peşinden çok şey yitirmiştim; son zaferimden birkaç dakika sonra kişisel bir boşluk duygusuna kapıldım. Seks artık bana boşalmanın fiziksel rahatlığından başka bir şey vermiyordu; çoğu zaman orgazma bile ulaşamıyordum. Kadınlar artık aşkın ve arzunun nesnesi değillerdi. Onlarla seviştiğimde bile partnerlerimden tiksindiğim noktaya erişmiştim ve tiksintim onlara karşı konulamaz bir gereksinim duyumsadığımı bildiğimden daha da artıyordu.''   





Yararlanılan Kaynak; Mahremiyetin Dönüşümü, Anthony Giddens Ayrıntı Yayınları

Konuyla ilgili okuma önerileri;
Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault, Ayrıntı Yayınları
Bedensel Boşalmanın İşlevi, Wilhelm Reich, Payel Yayınları
Akışkan Aşk, Zygmunt Bauman, Alfa yayınları
Sevme Sanat, Erich Fromm, Payel Yayıncılık



2 Nisan 2018 Pazartesi

Mutluluk


Yaşam, mutluluk beklentisinin ardı sıra sürüklenen sonlu, sonlu olduğu kadar da bezdirici bir mücadele.  Bu süreçte, neredeyse her gün kendimize yönelttiğimiz ''Mutluluk nedir'' sorusu tıpkı yaşamın anlamı nedir sorusu gibi ortak betimlemelerle içi doldurulamayacak bir soru. Öyle ya, tanımlayamadığımız,  içinde yaşanılan kültüre, ana, koşullara  göre sürekli güncellenen ve kimin yazdığı belirsiz bir  reçete mutluluk. Hızla akıp giden zaman içinde, an koşutunda duyulur algılanabilir olan ardından belirsizleşen, günlük akışla saç saça baş başa gelen bir hayalet adeta. 
Mutluluk, bazen refah kılığında, bazen aşk sevgi cinsellik soyutlamalarıyla,  bazen anne, baba, eş sıfatlarıyla bazen de zindelik, sağlık kılığında çıkar karşımıza. O,  iddia edilenin aksine sürdürülebilir değildir, ileri anlarda kullanılmak üzere biriktirilemez ve onun en büyük düşmanı konformizmdir.

Birileri, her saat her dakika kulağımıza “mutluluğu  istiyorsun, onu hak ediyorsun; o sana ait, onu elde edebilirsin, öyleyse git yakala onu” diye fısıldar. Çünkü insanların yol gösterilmesine, kalıplaşmış öğütlere gereksinim duyduğunu bilen düzen bu sesleri izlemeni ister. Oysa bu fısıltılar geçici  sanrıların yarattığı direnilmesi, karşı konulması gereken yanılsamalardan başka bir şey değildir.  Öyle ki, benlik sahibi insan, soyutlamalardan ibaret ideallerin arkasından körü körüne koşacak bir varlık değildir. İnsan, kendi kendine karar verir ancak bunu doğayla, duygularıyla, önsezileriyle, iletişim içinde bulunduğu kişilerle uyum içinde yapar. Yani kişisel yaşantımız  sandığımız kadar kişisel değildir, dolayısıyla kendimizi başkalarının yaşamlarına verdikleri anlamdan ayrı düşünemeyiz... 

Herkes, gönderilen bir iletinin, şarkının, şiirin veya dillendirilen bir anlatının, yapılan bir betimlemenin ardından yapılan ''Sakın anlam yükleme, ya da yanlış anlama '' uyarısıyla sayısız kez karşılaşmıştır. Oysa, mutluluk, sevgi, vicdan ya da toplum özgürlük ve adalet gibi olgular ancak anlam yüklenerek kavranabilir. Çünkü duyu organlarımızla algılayamadığımızı sadece bilişsel yetkinliğimizle anlamlandırabiliriz. Kavramlar ancak zihindeki diğer kavramlarla bir araya geldiğinde anlam kazandığına göre ''Anlam yükleme'' uyarıları tamamen boşa düşer. Gerçekten de, insan anlam yükleme yeteneğiyle insandır.  Nietzsche, ''insan şeylerde onlara kattıklarından başka bir şey bulamaz der: Hal böyle olunca doğal olarak  kimimiz mutluluğu özgürlük bağımsızlık özerklik kimimiz  de bağlılık bağımlılık, adanmışlık olarak algılar. Kısacası, herkesin mutluluk tanımı özneldir dolayısıyla mutluluğun tanımı üzerinde  uzlaşı  olası değildir.  Oysa, iş mutluluğun biyokimyasına gelince her şey çok daha belirgindir. Kendimizi ''mutlu'' hissettiğimizde hangi hormonların, neden, ne kadar süreyle salgılandığı bellidir.  Ama çoğumuz beynin salgıladığı hormonlarla mutluluk olgusunun ilişkilendirilmesini yadsır, çünkü bize seçim yapma, yaşamına yön verme yetkinliğine sahip varlıklar olduğumuz öğretilmiştir. 

Gerçekten öyle miyiz?


''Kimse kendinden fazlasını göremez. İnsan başkasında, kendinde olan kadarını görebilir çünkü karşısındakini ancak kendi bilgisi, zekası ölçüsünde kavrayabilir. Sadece onun kendisiyle ortak zayıflıklarını, zaaflarını ya da kişilik özelliklerini algılayabilir...''  Arthur Schopenhauer Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar 


13 Şubat 2018 Salı

14 Şubat Sevgililer Gününde Neyi kutluyoruz?


Fakında olalım, olmayalım Sümer'in, Eski Mısır'ın, Antik Yunanın, Roma'nın, Aztek’in tanrıları, gelenekleri, ritüelleri hala günlük yaşamımızı belirliyor. Avcı-toplayıcı yaşadığımız dönemden günümüze; efsaneler, masallar, inançlar ya aynen korunarak ya değişerek, dönüşerek uygarlıktan uygarlığa aktarılıyor: Bir anlamda atalarımızın simgesel, felsefi mitolojik mirası günümüze uyarlanıyor,  yeniden dizayn ediliyor. Eskinin pagan gelenekleri, inanışları tek tanrılı dinlerin içinde yaşıyor.  Antik çağların iyi ruhları meleklere, kötü ruhları şeytanlara, ölüler festivali azizler gününe dönüşüyor. Tıpkı binlerce yıl öncesine ait bir pagan geleneğinin günümüzde sevgililer gününe dönüşmesi gibi...

Sevgililer Günü Aziz Valentin adına onun idam gününde kuşların çiftleşmeye başladığı günlerde kutlanırdı. John Rutherford'un kitabı Turbadorlar'da anlatıldığına göre: ''Çiftler her yıl Şubat'ın 14'ünde uygun bir yerde toplanır ve bir kadın bir erkekten oluşan sıralar yaparlardı. Aşk tanrısını, merhameti, sadakati ve iffeti betimleyen kadın ve erkeklerden oluşan bu sıralar yürüyüşe geçer, yürüyüş  ayin için süslenmiş bir yapıda son bulurdu. Valentin'cilerin sevgiye tapınma ayini bitiminde yılın yeni çiftleri oluşturulacağı için geçen yılın çiftleri öpüşerek ayrılırdı. Yeni çiftlerin belirleniş yöntemi son derece sıra dışıydı: Törene katılan bütün erkeklerin isimleri küçük kağıtlara yazılarak gümüş bir mihverin içine atılır, kadınlar teker teker bu kağıtlardan birini seçer ardından aşk tanrısı konumundaki başkan kağıttaki adları okur ve adı okunan erkek izleyen yıl için o kağıdı çeken kadının partneri olurdu...'' 

Hindistan'daki Beş Yasak kuralını beş M, şarap (madya), et (mansa), balık (matsya), kadınlara ait yogo duruşları(mudra)  ve cinsel birleşme (maithuna) gelenekleriyle,  on ikinci yüzyıl Güney Fransa'da ünlenen ve kadınlara önem veren gelenekler arasındaki benzerlikler dikkat çekicidir; Hint ritlerinde, kendilerini adamış kadınlar tapınağa gittiklerinde gömleklerini bir kutu içinde görevli guruya verirler ve törenin sonunda her erkek kutudan bir gömlek seçer ve gömleğin sahibi kadın erkeğin partneri olurdu.

Günümüz tüketim toplumu, geçmişim tanrılarını, geleneklerini alışveriş ve tüketim histerisinin ikonlarına dönüştürdü. Kapitalizm dışında hiçbir inanç sistemi, gelmiş geçmiş bütün tanrıları, putları, totemleri içerecek büyüklükte bir tapınak (panteon) inşa etmeyi becerememiştir. Bu gerçek dışı imgeler düzeni içinde çağdaş insana düşen görev, teknolojik ve endüstriyel ilerlemeye rağmen arkaik dogmaların neden tekrar tekrar zihinlere sokulduğunun yanıtlarını arayıp bulmaktır. Kuşkusuz, yılların akışı içinde kanıksatılan gerçek dışı imgelerden, soyutlamalardan kurtulmak kolay olmadığı gibi cesaret gerektiren bir iştir. Ancak, zihnimize istencimiz dışındaki hedeflere hizmet etmesi amacıyla yerleştirilmiş her zararlı düşünceyi, her akıl dışı dogma ve duyguyu bir arkeolog titizliğiyle arayıp bulmadan, bir bilge titizliğiyle irdelemeden ve zararlı olanları bir cerrah titizliğiyle zihnimizden kazımadan özlenen düşünsel sıçramayı ve sosyal dönüşümü gerçekleştiremeyiz.

Eğer, 14 Şubat'ta kutlamak istediğimiz şey birilerinin ceplerini doldurmak amacıyla ters yüz ettiği eş değiştirme ritüelleriyse sorun yok,  aynen kutlamaya devam edebiliriz. Eğer 14 Şubat'ta kutlamak istediğimiz yirmi birinci yüzyıl insanına yaraşır bir sevgi anlayışı; çağdaş, eşitlikçi bir kadın erkek birlikteliğiyse her şeyi sil baştan yeniden inşa etmeliyiz.

Geçmişin hayaletlerinden ancak bu cesareti gösterirsek kurtulabiliriz.


Yararlanılan Kaynak, Yaratıcı Mitloji, çeviren, Kudret  Emiroğlu, İmge Kitapevi, 1994