22 Temmuz 2017 Cumartesi

YARIN BENİ HALA SEVECEK MİSİN?

Bu yazıyı, 23 Temmuz 2011'de  Amy Winehouse' ın ölümünün ardından yazmıştım . Altı yıl ne kadar hızlı geçmiş. Biraz değiştirip, düzeltip Blog'a eklemek istedim.

Amy Winehouse’un yaşamını yitirmesinin ardından ayyuka çıkan ‘’su testisi su yolunda kırılır’’ tartışmalarının kökeninde;  su yolunda kırılacak bir testiye bile sahip olamamanın kıskançlığının yattığına kuşku yok.  

Yermek övmek, beğenmek beğenmemek türü tepkiler nesnel bilgiye, somut verilere dayanıyorsa bir değer taşır. Ancak, üniversite seçimini mezuniyet sonrası alınacak ücrete göre yapan yani kurumsal köleliği içselleştirmiş insanların çağında; özerklik, aykırılık ve karşıtlığın kavranamaması çok normalAmy'yi  sıra dışı yaşamı üzerinden sosyal medyada eleştirenlere göre o, iyi bir eğitim almalı, ''namuslu'' yaşamalı, önce bir iş sonra bir eş edinmeli ve her ne yapacaksa sıradanın onayını almış bir sosyal düzen içinde yapmalıydı. Gel gelelim, yaşamı dayatılanla çelişmeden sürdürülebilecek bir şey olarak gören düzen dayatıcılar, Amy’nin sıradanın gittiği yoldan gitmediği için yaratabildiğini ya düşünmemişler ya da bilerek görmemezlikten gelmişlerdi. 

Belli ki, Amy,  günümüz  insanını kuşatan her biri modernizmin çıktısı olan akıl ve doğa dışı dayatmalara boyun eğmek istememişti. Belli ki, Amy kapitalizmin boyunduruğundaki birçok insan gibi, bireysel gerçeklikle çelişen düzeni alkol ve uyuşturucunun yardımıyla yenebileceği yanılsamasına düşmüştü. Ne var ki, çevresi servet avcısı profesyonellerle, anne baba arkadaş beklentileriyle kuşatılmış, yirmi yedi yaşındaki bir gencin acımasızca tahkim edilmiş bu sarmaldan çıkabilmesi olanaksızdı. Nitekim, gözleri dolarlardan başka bir şey görmeyen organizatörler sahneye çıkamayacak kadar sarhoşken onu  Belgrat'ta on binlerce ''tüketici''nin önüne atmakta hiç duraksamadı. 

Savunmasızdı, şarkı söyleyemiyordu hatta ayakta zor duruyordu. O gün sahnede Amy değil konser biletine ödedikleri para karşılığında  sanatçıyı satın aldığını düşünen azgın güruh vardı. Roma arenalarını aratmayacak bir ortamda Amy'yi yuh sesleriyle, ıslıklarla  linç etmekte bir an bile tereddüt etmediler. Belgrat spor salonunda başlayan linç medyada, sosyal paylaşım düzlemlerinde acımasızca sürdü. Kim bilir biraz hoşgörü Amy'i yaşamda tutabilirdi ama Belgrat konseri onun için sonun başlangıcı olmuştu.( https://www.youtube.com/watch?v=xh_P7_Rkn64)

Amy, kendisini linç edenlerin yaşam boyu yanından geçemeyecekleri başarıları yirmi yedi yıllık yaşamına sığdırdı. Unutulmayacak müzisyenlerin arasına girdi.  Amy, yaşamın yiyip içip, sperm alıp verip bir köşede ölümü beklemekten çok öte boyutları bulunduğunu gösterdi. İnsanların ortak beğenisine seslenebilmenin, yaratmanın en az yaşam kadar değerli olduğunu bir kez daha kanıtladı. O, kendinden önceki birçok sanatçılar  gibi, yaratıcılıkla sıradanlığın bir arada barınamayacağını, çemberin dışına çıkmadıkça zihnin çiçeklenmeyeceğini bir kez daha gözler önüne serdi...

Şimdi onu sonsuzluğa uğurlamaya hazırlanırken, Herakleitos’un sözleri bir kez daha yankılanıyor kulaklarımda. ‘’Her şey ancak karşıtların dünyasından doğar, varlık yokluğu, yokluk varlığı doğurur. Varlık ve yokluk, olmak veya olmamak, yaşamak ve ölmek bir ve aynı şeylerdir. Bunlar aynı şeyler olmasaydı değişerek birbirleri olmaz, yokluk varlığa, varlık yokluğa, ölüm yaşama, yaşam ölüme dönüşemezdi.’’  

Bence, Amy’e karşı son görevimiz, ‘’Will you still love me tomorrow? şarkısını dinlerken ardında bıraktığı bu soruyu içtenlikle yanıtlamak olmalı.  





14 Temmuz 2017 Cuma

Buz Dağı

Neymiş, Antartika'dan,1 trilyon ton ağırlığa sahip olduğu tahmin edilen tarihin en büyük buz dağı kopmuş. Neymiş? 1983-2012 arası, son 1.400 yılın en sıcak 30 yılı olmuş. Neymiş, ABD Paris İklim Anlaşması'ndan çekilmiş. Neymiş, deniz seviyesi bu yüzyılın sonuna kadar 1.50 metre yükselecek bir çok kıyı kenti sular altında kalacakmış...

Siz boş verin bunları! Küresel ısı artarsa evde ofiste açarsınız klimalarınızı serinlersiniz. Varsın, açtığınız klimalar karbon salınımını artırsın, atmosferi daha da ısıtsın. Yine de sıkmayın paşa gönlünüzü. Her derdin bir çözümü var; biraz düşürürsünüz klimalarınızın ısı ayarını bakarsınız keyfinize.

Sakın takmayın kafaya şapkadan başka bir şey! Bol bol yiyin, için sevişin. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar tüketmeye devam edin. Özelikle de bol bol çocuk yapın. Öyle ya, dokuz milyar olmak varken yedi milyar da neymiş?  Sakın kaygılanmayın aç kalır mıyız diye. Bugüne kadar sizin adınıza düşünenler yine bulurlar bir yolunu. Genetiği değiştirilmiş gıdalarla beslerler. Olmadı, biraz daha fazla kimyasal basarlar yediklerinize içtiklerinize. Çiftliklerde yetiştirirler balıklarınızı. GDO'lu mısırdan yapılan yüksek fruktozlu şuruplarla tatlandırırlar meşrubatlarınızı, pastalarınızı keklerinizi. Varsın birileri  kanser vakaları artıyor, kız çocuklarının adet görme yaşı düşüyor diye bağırsın. Bunca insan arasında sizi mi bulacak bu illetler.

Sakın bozmayın keyfinizi!  Bu kadar insan nasıl barınacak diye de kaygılanmayın. Hele, yeşil alanlar azalıyor, deniz dolduruluyor diye ortalığı velveleye  veren bozgunculara hiç kulak asmayın.  Dile kolay, 30 yıl sonra, 9 milyarsınız yani amele bol, köle bol. Çimento tuğla zaten bol... Merak etmeyin, yeryüzünde hava, su tükenir bunlar tükenmez. Çimento, tuğla, amale var geriye helva yapması kalıyor. Varsın ormanlar, su kaynakları azalsın.  Sizin adınıza düşünenler öyle ya da böyle bu sorunlara da bir çözüm bulurlar. Mesela, yok ettikleri ağaçların yerine çim dikerler, lale dikerler, doldurulan kıyıların yerine de fıskiyeli süs havuzları, devasa kanallar,  göletler kondururlar. Düşünsenize; çimlere masanızı sandalyenizi mangalın üzerini de GDO ile beslenmiş hayvanların etlerini atar, yeşilin de mavinin de  keyfini doyasıya sürersiniz.  Varsın sulanan çimlerle, doldurulan havuzlarla enerji ve su tüketimi dolayısıyla da karbon salınımı biraz daha artsın. Bu kadarcık karbondan dünya batacak değil ya.    


Sakın, bu küresel zırvalar nedeniyle bol bol seyahat etmekten yoksun kalmayın. Atlayın, uçaklara, teknelere, arabalara karbon sala sala  dolaşın yerküreyi.  En ücra sahillere, kara parçalarına kadar nüfus edin. Edin ki, denizde, havada, karada kirletmediğiniz tek metrekare kalmasın.  

Güney'de safarilere çıkın, ayaklarınızın altına kaplan postları serin, timsah derisinden yapılma hediyelik eşyalar, aslan pençelerinden dizilmiş kolyeler alın, çeşit çeşit av etlerinin, tropik meyvelerin, her türden egzotik lezzetin tadını çıkarın, gergedan boynuzuyla hazın doruklarında dolaşın. Kuzey'de kürklere bürünün, şömine karşısında ayı postları üzerinde sevişin, balina, fok ve geyik  etinin tadını çıkarın.  Varsın bu güne kadar neslini kuruttuğunuz milyonlarca türe yüz binlercesi daha eklensin. Öyle ya, sizden değerli mi bu mendebur yaratıklar?

Ancak bunları yaparken, insan denen ''düşünen'' varlığın doğa denen yaratıcının s2nde bile olmadığını ara sıra anımsayın. İlk fırsatta bu ihanetin bedelini burnunuzdan fitil fitil getireceğini ve bir gün kökünüze kibrit suyu dökeceğini sakın unutmayın.

Yani, bu safahat her an yarım kalabilir. Benden söylemesi.  





3 Temmuz 2017 Pazartesi

Haset ve Kıskançlık


Sadece düşünceyle kavrayabileceğimiz olguları elle tutulur, gözle görülür kılma mücadelesiyle sürüyor yaşamımız. Ancak yanlış imgelerle kirletilmiş bilincimiz başarı, sevgi, mutluluk gibi soyut kavramları uzlaşıyla somutlaştırmamıza olanak tanımıyor.

Oysa, doğal gelişim döngümüz siyasi, ekonomik özelikle de ailevi kaygılar doğrultusunda mecrasından çıkarılmadıkça içgüdülerin tutsaklığında başlamıyoruz yaşama: Sorgulayarak öğreniyor, bilgiyle kavrıyor, düşünceyle anlamlandırıyor deneyimle içselleştiriyoruz. 

Neden varım?  Yaşamın amacı  nedir? Dünyayı kim yarattı?  Bu sorular, gelişim sürecimizin  özgün soruları, aynı zamanda yanıt veren sayısı kadar farklı yanıtlanan sorular. Bilinçli yaratılan bu kakofoni nedeniyle maalesef çok azımız çocukluk dönemini zehirlenmemiş, açık bir bilinçle tamamlıyoruz. Ardından rekabetin, yarışın başarı için ön koşul olduğunu vaazlarıyla geçen eğitim dönemi başlıyor. Spor, eğitim, oyun, zeka, beden, gibi yüzlerce farklı kulvarda diğerle rekabete koşuluyoruz. Aynı rekabet yakın çevremizde  filancanın eşi, oğlu, kızı, sevgilisi falancanın konumu, arabası, evi, kıyafeti söylenceleriyle sürüp gidiyor. Ve biyo-psiko-sosyal bir dışavurum olan haset ve kıskançlık ''rekabet değer yaratır'' çarpıtması eşliğinde bilincimize kazınıyor.

Diğerle, her ortamda rekabete zorlandığımız bu on yılların sonunda, en ciddi travmamızı  ''başarılı'' denerek parmakla gösterilen insanları yakından tanıyınca yaşıyoruz. Gerçek, çocukluğumuzdaki temelden yanlış anlatılanları mumla aratır çarpıcılıkta gösteriyor kendini. Rekabet  diye önümüze konanın; tilki kurnazlığıyla eşimizi dostumuzu yanıltmaktan,  yılan kıvraklığıyla iş arkadaşlarımızın önüne geçmekten, kapı komşumuzun sırtına basarak yükselmekten ibaret olduğunu görüyoruz. Ne var ki, bu sarsıcı yüzleşmeye rağmen herkesin herkesle ''rekabette'' olduğu bu düzenin içinde rekabet etmeyi sürdürürüz. Sürdürürüz, çünkü, çağ dışı geleneklerin, kadim yalanların çağdaş formlarda tekrar tekrar ısıtılıp, servis edilmesi, herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, bu arenadan ayrılmamızı engelliyor.

Günümüzde haset ve kıskançlığı canlı tutmanın en etkin aracı dijitalazyondur. Dijitilasyon, tüketim ekonomisinden libidonal ekonomiye geçişin katalizörü olmanın yanında, insanın planlı eksik bırakılmışlığını ekonomik kazançlara dönüştüren bir yapı olarak işlev görüyor. Narsisizmin dijital ortamlara uyarlanmış bu formu, bilinç dışını hedef alan gizli (subliminal) mesajlarla, bastırılmış arzuları, ihtirasları, düşmanlıkları, korkuları gün yüzüne çıkarıyor. Libidinal dinamikleri yapılandırıyor. İmrenmeyi, özenmeyi, taklidi kışkırtıyor, En önemlisi de bedenin yargısını aklın yargısının önüne konumlandırarak insanları haset ve kıskançlığın arenalarında tutuyor.
Her gün, her düzlemde  doğrudan ya da örtülü iletilen bu mesajlar son derece açık: İnsan, benliksiz yaşamalıdır.  Kararları, duyumsadığı arzular, koyduğu hedefler özgür istencinin sonuçları olmamalıdır. Haset ve kıskançlığın sürdürülebilirliği adına değer yargıları, diğerin sosyal konumu ve yaşam tarzı üzerinden yapılan kıyaslamalarla şekillenmelidir. İnsan kim olmak istediğine, kimi yaşamak istediğine, dijitalizasyon fonemenleri üzerinden her gün sil baştan karar vermelidir...

Bu nedenledir ki, çağın insanı bir gün bir balıkçı köyünün dinginliğini, ertesi gün metropoldeki robot yaşamını özlemenin çelişkisi içinde debelenir. Bu yüzden, yaşamı süresince peşinden koştuğu mutluluğu kendince  somutlaştıramaz, anlamlandıramaz. Sonunda, mutluluğu, yakın çevresinden daha ''iyi'' yaşamak olarak tanımlamanın kolaycılığına sığınır. Mutluluk sandığı şeyi kör göze parmak sokarcasına teşhir ederek yakın çevresinde yarattığı kıskançlıktan haz alır.  İnsanların %80’inin zengin, %50’sinin ünlü olmak istediği bu dünyada ''başarılı'' insan da ''başarısız'' insan da haset ve kıskançlıktan beslenmek zorundadır. Böylesi bir düzende, varsılken yoksullaşanlara, yüksekten uçarken çakılanlara kimse üzülmez, yoksulken varsıllaşanlara kimse sevinmez. Bu çarpıcı gerçek yüzyıllar boyunca hiç değişmemiştir. Nitekim 17'nci yüzyılın önemli felsefecilerinden biri olan Thomas Hobbes  hasedi;  ''kendimiz gibi insanların refahından duyulan üzüntü'' olarak betimlemiştir. Hobbes'a göre üzüntünün kaynağı gördüğümüz zarar değil refah içinde yaşayan insanların gördüğü yarardır. 

Biliminsanları, üniversiteler, düşüninsanları, sivil toplum kuruluşları ekonomik büyüme veya kişisel çıkar adına ''rekabet değer yaratır'' yalanının ardında durdukça, dijitalizasyon yaşamımıza daha fazla nüfus ettikçe haset ve kıskançlık yaşamın belirleyici duyguları olmayı sürdürecek. Gelecek için önümüzde iki seçenek var; ya ilişkilerimizi haset ve kıskançlığı kışkırtan, başarıyı diğerin yenilgisi üzerine kuran bu düzene uymak ya da başarıyı işbirliği ve dayanışmanın üzerinden sil baştan tanımlayarak ''öteki' nin yerine biz anlayışını egemen kılmak...