Sadece
düşünceyle kavrayabileceğimiz olguları elle tutulur, gözle görülür kılma
mücadelesiyle sürüyor yaşamımız. Ancak yanlış imgelerle kirletilmiş bilincimiz
başarı, sevgi, mutluluk gibi soyut kavramları uzlaşıyla somutlaştırmamıza
olanak tanımıyor.
Oysa, doğal
gelişim döngümüz siyasi, ekonomik özelikle de ailevi kaygılar doğrultusunda
mecrasından çıkarılmadıkça içgüdülerin tutsaklığında
başlamıyoruz yaşama: Sorgulayarak öğreniyor, bilgiyle kavrıyor, düşünceyle
anlamlandırıyor deneyimle içselleştiriyoruz.
Neden varım? Yaşamın amacı nedir? Dünyayı kim yarattı? Bu sorular, gelişim sürecimizin özgün soruları, aynı zamanda yanıt veren sayısı kadar farklı yanıtlanan sorular. Bilinçli yaratılan bu kakofoni nedeniyle maalesef çok azımız çocukluk dönemini zehirlenmemiş, açık bir bilinçle tamamlıyoruz. Ardından rekabetin, yarışın başarı için ön koşul olduğunu vaazlarıyla geçen eğitim dönemi başlıyor. Spor, eğitim, oyun, zeka, beden, gibi yüzlerce farklı kulvarda diğerle rekabete koşuluyoruz. Aynı rekabet yakın çevremizde filancanın eşi, oğlu, kızı, sevgilisi falancanın konumu, arabası, evi, kıyafeti söylenceleriyle sürüp gidiyor. Ve biyo-psiko-sosyal bir dışavurum olan haset ve kıskançlık ''rekabet değer yaratır'' çarpıtması eşliğinde bilincimize kazınıyor.
Neden varım? Yaşamın amacı nedir? Dünyayı kim yarattı? Bu sorular, gelişim sürecimizin özgün soruları, aynı zamanda yanıt veren sayısı kadar farklı yanıtlanan sorular. Bilinçli yaratılan bu kakofoni nedeniyle maalesef çok azımız çocukluk dönemini zehirlenmemiş, açık bir bilinçle tamamlıyoruz. Ardından rekabetin, yarışın başarı için ön koşul olduğunu vaazlarıyla geçen eğitim dönemi başlıyor. Spor, eğitim, oyun, zeka, beden, gibi yüzlerce farklı kulvarda diğerle rekabete koşuluyoruz. Aynı rekabet yakın çevremizde filancanın eşi, oğlu, kızı, sevgilisi falancanın konumu, arabası, evi, kıyafeti söylenceleriyle sürüp gidiyor. Ve biyo-psiko-sosyal bir dışavurum olan haset ve kıskançlık ''rekabet değer yaratır'' çarpıtması eşliğinde bilincimize kazınıyor.
Diğerle, her
ortamda rekabete zorlandığımız bu on yılların sonunda, en ciddi
travmamızı ''başarılı'' denerek parmakla gösterilen insanları yakından
tanıyınca yaşıyoruz. Gerçek, çocukluğumuzdaki temelden yanlış anlatılanları
mumla aratır çarpıcılıkta gösteriyor kendini. Rekabet diye önümüze
konanın; tilki kurnazlığıyla eşimizi dostumuzu yanıltmaktan, yılan
kıvraklığıyla iş arkadaşlarımızın önüne geçmekten, kapı komşumuzun
sırtına basarak yükselmekten ibaret olduğunu görüyoruz. Ne var ki, bu sarsıcı
yüzleşmeye rağmen herkesin herkesle ''rekabette'' olduğu bu düzenin
içinde rekabet etmeyi sürdürürüz. Sürdürürüz, çünkü, çağ dışı
geleneklerin, kadim yalanların çağdaş formlarda tekrar tekrar ısıtılıp,
servis edilmesi, herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, bu arenadan ayrılmamızı
engelliyor.
Günümüzde haset ve kıskançlığı canlı tutmanın en etkin aracı dijitalazyondur. Dijitilasyon, tüketim ekonomisinden libidonal ekonomiye geçişin katalizörü olmanın yanında, insanın planlı eksik bırakılmışlığını ekonomik kazançlara dönüştüren bir yapı olarak işlev görüyor. Narsisizmin dijital ortamlara uyarlanmış bu formu, bilinç dışını hedef alan gizli (subliminal) mesajlarla, bastırılmış arzuları, ihtirasları, düşmanlıkları, korkuları gün yüzüne çıkarıyor. Libidinal dinamikleri yapılandırıyor. İmrenmeyi, özenmeyi, taklidi kışkırtıyor, En önemlisi de bedenin yargısını aklın yargısının önüne konumlandırarak insanları haset ve kıskançlığın arenalarında tutuyor.
Günümüzde haset ve kıskançlığı canlı tutmanın en etkin aracı dijitalazyondur. Dijitilasyon, tüketim ekonomisinden libidonal ekonomiye geçişin katalizörü olmanın yanında, insanın planlı eksik bırakılmışlığını ekonomik kazançlara dönüştüren bir yapı olarak işlev görüyor. Narsisizmin dijital ortamlara uyarlanmış bu formu, bilinç dışını hedef alan gizli (subliminal) mesajlarla, bastırılmış arzuları, ihtirasları, düşmanlıkları, korkuları gün yüzüne çıkarıyor. Libidinal dinamikleri yapılandırıyor. İmrenmeyi, özenmeyi, taklidi kışkırtıyor, En önemlisi de bedenin yargısını aklın yargısının önüne konumlandırarak insanları haset ve kıskançlığın arenalarında tutuyor.
Her gün, her
düzlemde doğrudan ya da örtülü iletilen bu mesajlar son derece açık:
İnsan, benliksiz yaşamalıdır. Kararları, duyumsadığı arzular, koyduğu
hedefler özgür istencinin sonuçları olmamalıdır. Haset ve kıskançlığın
sürdürülebilirliği adına değer yargıları, diğerin sosyal konumu ve yaşam tarzı
üzerinden yapılan kıyaslamalarla şekillenmelidir. İnsan kim olmak istediğine,
kimi yaşamak istediğine, dijitalizasyon fonemenleri üzerinden her gün sil
baştan karar vermelidir...
Bu nedenledir ki, çağın insanı bir gün bir balıkçı köyünün dinginliğini, ertesi gün metropoldeki robot yaşamını özlemenin çelişkisi içinde debelenir. Bu yüzden, yaşamı süresince peşinden koştuğu mutluluğu kendince somutlaştıramaz, anlamlandıramaz. Sonunda, mutluluğu, yakın çevresinden daha ''iyi'' yaşamak olarak tanımlamanın kolaycılığına sığınır. Mutluluk sandığı şeyi kör göze parmak sokarcasına teşhir ederek yakın çevresinde yarattığı kıskançlıktan haz alır. İnsanların %80’inin zengin, %50’sinin ünlü olmak istediği bu dünyada ''başarılı'' insan da ''başarısız'' insan da haset ve kıskançlıktan beslenmek zorundadır. Böylesi bir düzende, varsılken yoksullaşanlara, yüksekten uçarken çakılanlara kimse üzülmez, yoksulken varsıllaşanlara kimse sevinmez. Bu çarpıcı gerçek yüzyıllar boyunca hiç değişmemiştir. Nitekim 17'nci yüzyılın önemli felsefecilerinden biri olan Thomas Hobbes hasedi; ''kendimiz gibi insanların refahından duyulan üzüntü'' olarak betimlemiştir. Hobbes'a göre üzüntünün kaynağı gördüğümüz zarar değil refah içinde yaşayan insanların gördüğü yarardır.
Bu nedenledir ki, çağın insanı bir gün bir balıkçı köyünün dinginliğini, ertesi gün metropoldeki robot yaşamını özlemenin çelişkisi içinde debelenir. Bu yüzden, yaşamı süresince peşinden koştuğu mutluluğu kendince somutlaştıramaz, anlamlandıramaz. Sonunda, mutluluğu, yakın çevresinden daha ''iyi'' yaşamak olarak tanımlamanın kolaycılığına sığınır. Mutluluk sandığı şeyi kör göze parmak sokarcasına teşhir ederek yakın çevresinde yarattığı kıskançlıktan haz alır. İnsanların %80’inin zengin, %50’sinin ünlü olmak istediği bu dünyada ''başarılı'' insan da ''başarısız'' insan da haset ve kıskançlıktan beslenmek zorundadır. Böylesi bir düzende, varsılken yoksullaşanlara, yüksekten uçarken çakılanlara kimse üzülmez, yoksulken varsıllaşanlara kimse sevinmez. Bu çarpıcı gerçek yüzyıllar boyunca hiç değişmemiştir. Nitekim 17'nci yüzyılın önemli felsefecilerinden biri olan Thomas Hobbes hasedi; ''kendimiz gibi insanların refahından duyulan üzüntü'' olarak betimlemiştir. Hobbes'a göre üzüntünün kaynağı gördüğümüz zarar değil refah içinde yaşayan insanların gördüğü yarardır.
Biliminsanları,
üniversiteler, düşüninsanları, sivil toplum kuruluşları ekonomik büyüme veya
kişisel çıkar adına ''rekabet değer yaratır'' yalanının ardında durdukça,
dijitalizasyon yaşamımıza daha fazla nüfus ettikçe haset ve kıskançlık yaşamın
belirleyici duyguları olmayı sürdürecek. Gelecek için önümüzde iki seçenek var;
ya ilişkilerimizi haset ve kıskançlığı kışkırtan, başarıyı diğerin yenilgisi
üzerine kuran bu düzene uymak ya da başarıyı işbirliği ve dayanışmanın
üzerinden sil baştan tanımlayarak ''öteki' nin yerine biz anlayışını egemen
kılmak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder