3 Temmuz 2017 Pazartesi

Haset ve Kıskançlık


Sadece düşünceyle kavrayabileceğimiz olguları elle tutulur, gözle görülür kılma mücadelesiyle sürüyor yaşamımız. Ancak yanlış imgelerle kirletilmiş bilincimiz başarı, sevgi, mutluluk gibi soyut kavramları uzlaşıyla somutlaştırmamıza olanak tanımıyor.

Oysa, doğal gelişim döngümüz siyasi, ekonomik özelikle de ailevi kaygılar doğrultusunda mecrasından çıkarılmadıkça içgüdülerin tutsaklığında başlamıyoruz yaşama: Sorgulayarak öğreniyor, bilgiyle kavrıyor, düşünceyle anlamlandırıyor deneyimle içselleştiriyoruz. 

Neden varım?  Yaşamın amacı  nedir? Dünyayı kim yarattı?  Bu sorular, gelişim sürecimizin  özgün soruları, aynı zamanda yanıt veren sayısı kadar farklı yanıtlanan sorular. Bilinçli yaratılan bu kakofoni nedeniyle maalesef çok azımız çocukluk dönemini zehirlenmemiş, açık bir bilinçle tamamlıyoruz. Ardından rekabetin, yarışın başarı için ön koşul olduğunu vaazlarıyla geçen eğitim dönemi başlıyor. Spor, eğitim, oyun, zeka, beden, gibi yüzlerce farklı kulvarda diğerle rekabete koşuluyoruz. Aynı rekabet yakın çevremizde  filancanın eşi, oğlu, kızı, sevgilisi falancanın konumu, arabası, evi, kıyafeti söylenceleriyle sürüp gidiyor. Ve biyo-psiko-sosyal bir dışavurum olan haset ve kıskançlık ''rekabet değer yaratır'' çarpıtması eşliğinde bilincimize kazınıyor.

Diğerle, her ortamda rekabete zorlandığımız bu on yılların sonunda, en ciddi travmamızı  ''başarılı'' denerek parmakla gösterilen insanları yakından tanıyınca yaşıyoruz. Gerçek, çocukluğumuzdaki temelden yanlış anlatılanları mumla aratır çarpıcılıkta gösteriyor kendini. Rekabet  diye önümüze konanın; tilki kurnazlığıyla eşimizi dostumuzu yanıltmaktan,  yılan kıvraklığıyla iş arkadaşlarımızın önüne geçmekten, kapı komşumuzun sırtına basarak yükselmekten ibaret olduğunu görüyoruz. Ne var ki, bu sarsıcı yüzleşmeye rağmen herkesin herkesle ''rekabette'' olduğu bu düzenin içinde rekabet etmeyi sürdürürüz. Sürdürürüz, çünkü, çağ dışı geleneklerin, kadim yalanların çağdaş formlarda tekrar tekrar ısıtılıp, servis edilmesi, herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, bu arenadan ayrılmamızı engelliyor.

Günümüzde haset ve kıskançlığı canlı tutmanın en etkin aracı dijitalazyondur. Dijitilasyon, tüketim ekonomisinden libidonal ekonomiye geçişin katalizörü olmanın yanında, insanın planlı eksik bırakılmışlığını ekonomik kazançlara dönüştüren bir yapı olarak işlev görüyor. Narsisizmin dijital ortamlara uyarlanmış bu formu, bilinç dışını hedef alan gizli (subliminal) mesajlarla, bastırılmış arzuları, ihtirasları, düşmanlıkları, korkuları gün yüzüne çıkarıyor. Libidinal dinamikleri yapılandırıyor. İmrenmeyi, özenmeyi, taklidi kışkırtıyor, En önemlisi de bedenin yargısını aklın yargısının önüne konumlandırarak insanları haset ve kıskançlığın arenalarında tutuyor.
Her gün, her düzlemde  doğrudan ya da örtülü iletilen bu mesajlar son derece açık: İnsan, benliksiz yaşamalıdır.  Kararları, duyumsadığı arzular, koyduğu hedefler özgür istencinin sonuçları olmamalıdır. Haset ve kıskançlığın sürdürülebilirliği adına değer yargıları, diğerin sosyal konumu ve yaşam tarzı üzerinden yapılan kıyaslamalarla şekillenmelidir. İnsan kim olmak istediğine, kimi yaşamak istediğine, dijitalizasyon fonemenleri üzerinden her gün sil baştan karar vermelidir...

Bu nedenledir ki, çağın insanı bir gün bir balıkçı köyünün dinginliğini, ertesi gün metropoldeki robot yaşamını özlemenin çelişkisi içinde debelenir. Bu yüzden, yaşamı süresince peşinden koştuğu mutluluğu kendince  somutlaştıramaz, anlamlandıramaz. Sonunda, mutluluğu, yakın çevresinden daha ''iyi'' yaşamak olarak tanımlamanın kolaycılığına sığınır. Mutluluk sandığı şeyi kör göze parmak sokarcasına teşhir ederek yakın çevresinde yarattığı kıskançlıktan haz alır.  İnsanların %80’inin zengin, %50’sinin ünlü olmak istediği bu dünyada ''başarılı'' insan da ''başarısız'' insan da haset ve kıskançlıktan beslenmek zorundadır. Böylesi bir düzende, varsılken yoksullaşanlara, yüksekten uçarken çakılanlara kimse üzülmez, yoksulken varsıllaşanlara kimse sevinmez. Bu çarpıcı gerçek yüzyıllar boyunca hiç değişmemiştir. Nitekim 17'nci yüzyılın önemli felsefecilerinden biri olan Thomas Hobbes  hasedi;  ''kendimiz gibi insanların refahından duyulan üzüntü'' olarak betimlemiştir. Hobbes'a göre üzüntünün kaynağı gördüğümüz zarar değil refah içinde yaşayan insanların gördüğü yarardır. 

Biliminsanları, üniversiteler, düşüninsanları, sivil toplum kuruluşları ekonomik büyüme veya kişisel çıkar adına ''rekabet değer yaratır'' yalanının ardında durdukça, dijitalizasyon yaşamımıza daha fazla nüfus ettikçe haset ve kıskançlık yaşamın belirleyici duyguları olmayı sürdürecek. Gelecek için önümüzde iki seçenek var; ya ilişkilerimizi haset ve kıskançlığı kışkırtan, başarıyı diğerin yenilgisi üzerine kuran bu düzene uymak ya da başarıyı işbirliği ve dayanışmanın üzerinden sil baştan tanımlayarak ''öteki' nin yerine biz anlayışını egemen kılmak...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder