22 Şubat 2024 Perşembe

Modernizmin Çöküşü




Barbar göçleri ve saldırılarıyla yıkılan Roma Uygarlığı'nı ne askeri ne de ekonomik gücü koruyabilmişti. Bugün, geçmişine iki dünya savaşının yanı sıra sayısız bölgesel çatışma sığdırmış modernizm benzer bir tehdit altında. Modernizm, 18'inci yüzyıldan günümüze savunduğu değerlerle kökten çelişen bir dönüşüm geçiriyor. Yaşadıklarımız, Üçüncü Dünya Savaşı sonrasını konu alan kurgubilim filmlerden farksız. Botlara, teknelere, gemilere doluşan ölüm pahasına denize açılan mülteciler. Kendini patlatacak, kalabalıkların ortasına kamyonla dalacak gece kulüplerinde, konser salonlarında sokaklarda sivilleri silahla tarayacak düzeyde beyni dinle hurafelerle dogmalarla yıkanmış, kinle büyütülmüş insancıklar. Yakılmış yıkılmış şehirler, bombalanan siviller; parçalanmış insan bedenleriyle dolu ekranlar, gazete sayfaları, internet siteleri, sosyal medya görüntüleri...


Yaşananlar din, ırk savaşlarının çağdaş sürümünden başka bir şey değil. Bu kez, karşı karşıya gelenler Katoliklerle Protestanlar, Hıristiyanlarla Paganlar ya da Müslümanlarla Şamanlarla değil. Yüzde doksanın sefaleti pahasına refahın keyfini sürebileceğine inanacak kadar cahil Batı'yla, terörle hakkı olanı alacağına inanacak kadar cahil Doğu'nun savaşı bu.  Çatışma, modernizmin  gömdüğünü varsaydığı kötülükleri (din, despotizm, mezhepçilik, ırkçılık) bir bir mezarlarından çıkarırken; kötülüğün panzehiri olan bireyselliği yeryüzünden siliniyor. Benlikler dinlerin etnik kimliklerin, mehzeplerin potalarında eridikçe: Asmak, linç etmek, katletmek istenciyle yanan sürü insanı bütün yaşam alanlarını kuşatıyor.  

Bugün, Londra'da yaşayan sürü insanı en az Tahran'da yaşayan sürü insanı kadar bilgisiz. Her ikisi de yaşananları, yaşadıklarını nedenler üzerinden kavrama yetkinliğinden aynı düzeyde yoksun. Zira, bugün cehalet az gelişmiş coğrafyalara özgü sorun olmanın sınırlarını aşarak bir insanlık sorununa dönüşüyor. Dünya, endüstrileşmiş, teknolojiyle donatılmış yeni bir ''Orta Çağ''da; varsıl cahille, yoksul cahilin savaşına tanıklık ediyor. Barışı, adaleti, eşitliği egemen kılacak bir düzen yaratma arayışından vazgeçmiş Batıyla, düşünsel çoraklığıni yüzlerce yıldır süren Doğu birbirleriyle kıyasıya savaşıyor. Kapitalizmin tezgahlarında düşünme yetkinliklerini yitirmiş tepkisiz sürü insanının yarım yamalak demokrasiye bile tahammülü yok artık.  

İnsanlık, yaşanabilir bir dünya  yaratma adına yüz yıllar önce ortaya atılmış ideolojilerin çıkmaz sokaklarında umutsuzca çırpınıyor. Muhafazakarlık, milliyetçilik, komünizm, liberalizm, anarşizm, parlamenter demokrasi  top yekun bir iflasın eşiğinde. Bu ideolojilere umutsuzca  tutunmaya çalışan insanlık adeta binlerce yıllık düşünsel mirasın üzerine yeni değerler koyamamanın bedelini ödüyor.  İşte tam da bu nedenle: Akıl, bilgi ve sağduyunun yerini  bağnaz bir tarafgirlik alıyor. Dinler, mezhepler, etnik kimlikler tıpkı geçmişte olduğu gibi birer öldürücü silaha dönüşüyor.  Bilgiye dayalı ideolojilerin yerini; algı yönetimi, polemik, propaganda ve demogoji alıyor. Söylem tanrılaştırılıyor. Sentez, sözün kötüye kullanılan yıkıcı gücü karşısında çaresiz. İktidarını kitlelerin cehaletinden alan tekçi, gerici siyasetçiler çağdışı kalmış ideolojileri araçsallaştırarak tiranlaşıyor. Dünya, tek bakış, tek doğru, tek inanç dayatıcılarının boyunduruğu altına giriyor tekrar.  Bugün  dünyanın farklı coğrafyalarında başkanlık, başbakanlık koltuğunda oturan siyasetçileri  iktidara taşıyan dinamikler; Napoleon'u, Lenin'i Stalin'i, Musolini' yi, Franco'yu, Hitler'i iktidar yapan dinamiklerle aynı. 

Bugün, Batısıyla Doğusuyla yeryüzü zifiri karanlık. Üç yüzyıldır kırılmadan süren o döngü, aynı kartları yeniden dağıtıyor; değişen hiçbir şey yok, eller aynı; kiminin faşizm, kiminin sosyalizm, kiminin liberalizm, kiminin elinde kutsal metinler var. Yani aynı yalanlar, aynı kandırmaca... İnsanlık bir kez daha başta kişisel hak ve özgürlükler olmak üzere, son üç yüz yılda büyük özverilerle elde ettiği kazanımları yitirme tehdidiyle karşı karşıya. Maalesef tünelin ucunda bir ışık yok. 

18 Ocak 2024 Perşembe

Düşünsel Ortaçağ







Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Şerif-î'nin okunmasıyla başlayan modernleşme dönemiyle birlikte Avrupa’ya çok sayıda öğrenci gönderilir. Ne var ki, bu öğrenciler arasında ekonomi eğitimi için gönderilenler yok denecek kadar azdır. Oysa, aynı yıllarda tıpkı Osmanlı gibi geri kalmışlıktan kurtulma uğraşındaki Japonya'nın Batı’ya gönderdiği öğrencilerin neredeyse tamamı ekonomi ve mühendislik eğitimi alıyordu. Öyle ki, matematiksel yöntemlerin ekonomi bilimine uyarlanmasına öncülük eden ekonomist William Stanley Jevons’un(1835-1882) yabancı öğrencilerinin çoğunluğunu Japon öğrenciler oluşturuyordu...

Bir toplum düşünün ki, 16. Yüzyılda ortaya çıkan Merkantilizm’i, 18. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Liberalizm’i, 19. Yüzyılın ortalarında doğan Marksizm’i kavrayamamış, anlayamamış, doğru bilgilerle doğru düzlemlerde tartışmamış.

Bir ''yönetici patron'' kastı düşleyin ki, yüzlerce yıl ekonomi biliminden bihaber yaşamış. Bağırsa sesini duyurabileceği uzaklıktaki Avrupa’da, yüzlerce yıl olup biteni izlememiş. Batı'yı sadece teknoloji, bilgi, makine devşireceği bir coğrafya olarak görmüş.

Bir ''seçkinler'' sınıfı düşünün ki; Batı Aydınlanması'nın, modernizmin ardındaki ekonomik, sosyal, kültürel olguları anlayamamış. Burjuvaziyi kravat takmakla, mini etek giymekle, başkalarınca yaratılan teknolojileri kullanmakla eşdeğer görmüş. Hurafelerin, dogmatizmin içinde  benliğini yitirerek ne Batı'ya ne Doğu'ya ait iğreti bir yaşam biçimini benimsemiş.

Birçok organizasyonda ortak aklın yerini dayatma, liyakatin yerini nepotizm, dayanışmanın yerini rekabet, analizin yerini sezgi, bilginin yerini cehalet almış durumda. Bu inanılmaz aymazlığın nedeni düşünsel üretimden, bilim, akıl ve sentezden uzak yaşam şeklimizden başka bir şey değil. Üstlendikleri sorumlulukların koşutunda pozitif bilimlerle iç içe bir yaşam şeklini içselleştirmeleri gereken yönetenlerin çoğu bilgisiz. Yönetenler, sürekli yeniden üretilen, inanılmaz bir hızla değişen, dönüşen, çoğalan bilgiyi izleme zorunluluğuyla, üstlendikleri sorumluluklar arasındaki derin ilişkiyi bir türlü kavrayamıyorlar... 

Antik Çağ  filozoflarının  eserlerini verdiği felsefenin, bilimin doğduğu topraklar üzerinde hala düşünsel bir Orta Çağ yaşıyoruz. Sentezsiz karşıtlığın çıkmaz sokaklarında nesiller harcamayı sürdürüyoruz. Düşünmeden, yaratmadan, üretmeden dönüşmenin olanaksızlığını kavrayamıyoruz. Sığ, soyut ve kimse için değer yaratmayan/yaratmayacak tartışmalar içinde yerimizde sayıyor hatta geriliyoruz. Modernlik, ulusalcılık, İslamcılık soslu bir sarmalın, çıkar kavgalarının, koyu bir cehaletin içinde patinaj yapıyoruz. Ülkenin tek bir küresel markaya sahip olmaması hiçbirimizin umurunda değil. İnşa ettiğimiz sömürge ekonomisinin ürünü olan plazaları, alışveriş merkezlerini, yolları, köprüleri, rezidansları birer gelişmişlik ölçütü olarak görüyor, gururlanıyoruz. Akıl almaz bir gönüllükle cahil sermayedarlara uşaklık etmeyi sürdürüyoruz.  Demokrasi havarisi kimliğiyle sosyal düzlemlerde boy gösteren işinsanlarının, ofislerde, toplantı salonlarında birer despota, birer ruh tacizcisine dönüşmesini tepkisizce  izliyoruz. Her ortamda, liderlik söylevleri veren, yönetim kalitesi üzerine ahkâm kesen, ''kalıtsal yönetici''lerin, CEO’ların kendi çalışanlarınca bile ‘’lider’’ olarak görülmemesini anlayışla kabul ediyoruz.  Uzak görüş yoksunluğunun, yenilik üretememenin, teknoloji yaratamamanın nedenleri üzerinde hiç akıl yormuyoruz. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi cahil sermayedar yöneticilerin eseri olan ilkel iş kültürü içinde tacize uğruyor, mobbing'e maruz kalıyor, itilip kakılıp aşağılanıyoruz. 

Kitaplarda, gazetelerde, dergilerde okuduğumuz televizyon ekranından, takip ettiğimiz kahraman patron, şirketini ihya eden başkan mitleriyle, iş dünyasının gerçekleri arasındaki paradoksu kavramadan bu kuşatmayı yaramayacağız. Ancak ve ancak bu liyakatsizler kuşatmasını yardıktan sonra;  insana ve onun eseri olan evrensel öğretilere, yönetene yönetilene, bireye ve topluma  aklın penceresinden bakmayı becerebiliriz. 

  

2 Ekim 2023 Pazartesi

Ekonomi Tıkırında


2002 yılında Türkiye tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birinden yeni çıkmıştı. İktidardaki koalisyon hükümeti IMF dayatmasıyla da olsa başta Merkez Bankası ve diğer ekonomiyle ilgili karar alıcı konumdaki kurumları özerkleştirmiş, sorunun ortaya çıkışında belirleyici bir rol oynayan finans sistemini yeniden yapılandırmış, aldığı tasarruf önlemleriyle devletin kaynak israfının önemli oranda önüne geçmişti.

Aynı dönemde dünya ekonomisi yüzyılda bir görülen türden bir bolluk döneminin keyfini sürüyordu. Çeşitli finansal manipülasyonlarla yaratılmış ekonomik karşılığı olmayan trilyonlarca dolar (kaydi para) kontrolden çıkmış  bir sel gibi gelişmekte olan ülkelere akıyordu.  Çokuluslu sermaye satın alabileceği, borç para verebileceği şirketler, hükümetler arıyor, ''küreselleşme'' kelimesini  dillerinden düşürmeyen fon yöneticileri; Türkiye, Çin, Hindistan, Malezya, Brezilya, Meksika gibi gelişmekte olan ülkelerde yatıp kalkıyordu. Çokuluslu sermaye önce akıldışı büyüme histerisinin etkisiyle  ardından da bu histerinin yol açtığı 2008 küresel finans  krizini aşmak amacıyla  yeryüzünü paraya boğuyordu. Para o kadar bol ve sınırsızdı ki, 2008 krizinde iflas eden Lehman Brothers  büyüme histerisini İstanbul'da bir restoran zincirini satın alacak düzeye vardırabilmişti.  

AKP, ülke tarihinde benzeri görülmemiş büyüklükteki finansal kaynaklara çok düşük maliyetlerle erişimin  mümkün olduğu, kaynakları yetersiz ekonomiler için olağanüstü fırsatlar sunan böyle bir dönemde iktidara gelmişti. Küresel  likidite bolluğu, Merkez Bankası’nın politika faizini % 4,5’a kadar düşürmesine  ve AKP’li yıllar süresince verilen (1 trilyon Amerikan Doları) dış ticaret açığının finanse edilmesine olanak sağlamıştı. AKP, özelleştirmelerden, insafsızca artırılan dolaylı vergilerden, dış borçlanmadan sağlanan ve hiçbir Cumhuriyet hükümetine nasip olmamış düzeyde bir kaynak bolluğu içinde bulmuştu kendini. Kısacası, iç ve dış etmenler katma değer yaratamayan, köhne Türk Ekonomisini  sil baştan yapılandırmak için çok uygundu. En önemlisi, dönüşüm için gerekli olan yapısal değişiklikler tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta ortadaydı. Gereken tek şey doğru kararları alacak, uygulayacak siyasi iradeydi: Türkiye ekonomisi  acilen teknoloji ithal eden dışa bağımlı bir ekonomiden teknoloji üreten, küresel marka yaratan bir ekonomiye dönüştürülmeliydi. On dokuzuncu yüzyıl artığı köhne iş alanları ve montaj sanayileri ivedilikle terk edilmeli, yurtiçinden, yurtdışından sağlanan fonlar yeni nesil endüstrilere (bilişim, iletişim, enerji, siber-fiziksel sistemler, ulaştırma  vb.) yönlendirilmeliydi. Uzun yıllar ihmal edilen, kaynak israf eden tarım sektörü yeni üretim, dağıtım ve planlama teknolojileri temelinde (genetik mühendisliği, tohum patentleme vb.) yeniden yapılandırılmalıydı. Ve en önemlisi, kurulacak olan yeni ekonominin gereksinim duyacağı; düşünen, araştıran, sorgulayan, tasarlayan bir işgücü yetiştirmek amacıyla  eğitim sistemi sil baştan inşa edilmeli, araştırma geliştirme kurumları, üniversiteler, devlet planlama teşkilatı desteklenmeliydi.

Ne var ki, belediyecilik ve popülizm dışında herhangi bir yönetsel birikimi ve yetkinliği bulunmayan AKP iktidarda kaldığı süre boyunca gereklerin tam tersini yaptı. Seksen yılda büyük özverilere katlanılarak yaratılan iki yüz yirmiden fazla kamu kuruluşunu katma değer yaratan kurumlara dönüştürmek yerine haraç mezat sattı.  Özelleştirmelerden elde edilen 60 milyar dolar;  yol, köprü, tünel, duble yol gibi altyapı yatırımlarında ve bütçe açığının  finansmanında kullandı. Özel sektör iç tüketimi artırmak amacıyla, olası riskler gözetilmeden, borçlanmaya teşvik edildi. Yaratılan fonlar tarım sektörünü, dışa bağımlı imalat sanayini yeniden yapılandırmak, teknoloji geliştirmek, küresel markalar yaratmak yerine;  ya döviz kazandırma kapasitesi bulunmayan hizmet sektöründe (inşaat, ulaştırma vb.) ya da ev, araba ve cep telefonu satışlarını desteklemek amacıyla düşük faizli kredi olarak kullandırılarak çarçur edildi. Eğitim sistemindeki sorunlar imam hatip lisesi kakofonisiyle halı altına süpürüldü ve unutturuldu. Eğitim kalitesi doksanlı yıllardaki düzeyinin bile altına düşürüldü. Türk öğrencileri fizik, matematik ve okuduğunu anlama becerilerini uluslararası düzeyde ölçen sınavlarda nal toplar bir konuma getirildi.

Ve bu başarısızlıklar halk adına kamu denetçisi konumunda bulunması gereken sözde medya  tarafından ''Türkiye'nin Ekonomik Mucizesi'' olarak kamuoyuna pazarlandı. Halkın haber alma hakkını hiçe sayan bağımlı medya,  alternatif bir gerçeklilik algısı yaratarak, ülke gündemini  tarihi, dini etnik savsatalarla, Ortaçağ artığı tartışmalarla karartarak ekonomiyi halkın dikkatinden uzaklaştırdı.  Medyanın ekonomik başarı öyküsü olarak pazarladığı 2002-2013 yılları arasındaki dönem aslında dünya ekonomi tarihine geçecek çarpıcılıktaki başarısızlık örneğinden başka bir şey değildi. Öyle ki, Türkiye’nin, 92 yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 4.8'di. İkinci Dünya Savaşı yılları hariç tutulduğunda  ortalama büyüme oranı yüzde 5.6'ya yükseliyordu. Oysa ülke AKP'li yıllarda sadece  ortalama yüzde 4.9 büyümüştü. Türkiye'nin 2. lale devri olarak adlandırabileceğimiz bu sahte baharı; Mayıs 2013'de  Amerika Merkez Bankası'nın (FED) parasal genişlemeye son verileceğini açıklamasına kadar devam edecekti. 

AKP'nin tek başına iktidarda kaldığı on altı yıllık dönem; bırakın rekabetçi, kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomik yapı inşa etmeyi, Batı Almanya'nın 2. dünya savaşından sonra başardığı gibi sil baştan yeni bir ekonomi yaratabilirdi. Bugün ''dış güç'' masallarıyla, ''kriz var yok'' lafazanlıklarıyla, IMF, McKinsey tartışmalarıyla unutturulmak istenen yukarıda vurgulanan gerçeklerden başka bir şey değil. Liyakatsizliğiyle yarattığı ekonomik krizi  süpermarketlerde zabıtaya fiyat denetimi yaptırarak çözebileceğini, enflasyonu TÜİK yöneticilerini görevden alarak, faiz indirerek düşürebileceğini sanan bu anlayış demokratik yollarla iktidardan uzaklaştırılmadığı sürece Türk Ekonomisi ayağa kalkamaz. Gelişmekte olan ülkelerin üzerine gökten para yağarken zorunlu olan ekonomik dönüşümü gerçekleştiremeyen anlayıştan, kaynak bulmanın zorlaştığı, borçlanma maliyetinin yükseldiği bu dönemde bir başarı öyküsü yazmasını  beklemek bir gergedanın uçmasını beklemekten farksızdır.

Gerçek şu ki, hiçbir dış müdahale, hiçbir ''dış mihrak'' küresel markalara sahip, cari işlemler fazlası veren, teknoloji ve katma değer yaratan yani kendi ayakları üzerinde durabilen, bir ekonomiyi sarsamaz. Gerekli yapısal dönüşümler gerçekleştirilmeden, yani üreten, yaratan bir ekonomi inşa edilmeden Türkiye'nin içine girdiği ekonomik bunalımı aşması olası değildir.   








Haydi Sevişelim (1)




















Son yıllarda, Türkiye'de  ''68'' lerde   Batı'da başlayan cinsel özgürlük hareketlerini çağrıştıran bir yaşam şekli hızla gelişip serpiliyor.  Ancak, bu yönelimin ardında, ne çocukluk çağlarından itibaren bastırılan cinselliğin yarattığı hastalıklı toplumsal yapıyı dönüştürme, ne  kadınla erkeğin toplumsal rollerini sil baştan düzenleme, ne yozlaşmış evlilik kurumunu yeniden yapılandırma ne de iki yüzlü ahlak anlayışınca tutsak edilmiş bedeni özgürleştirme iradesi var. 

Bu yönelimin ardında gizlilik, yalan üzerine kurgulanmış bir yozlaşmadan başka bir şey yok. Cinsel hazzın, mutlak iyi, insani varoluşun biricik amacı olduğunu içseleştirenlerce yayılan bir tür Orta Doğu tipi hedonizm bu. Yani, Batı'nın teknolojisini, bilimini alalım ama kültürü, yaşam tarzı, sanatı, edebiyatı onlara kalsın  anlayışının cinselliğe uyarlanmış versiyonu. Eşim, kızım annem kimseyle sevişmesin, ben herkesin eşiyle kızıyla annesiyle sevişeyim, aldatayım ama beni kimse aldatmasın, evli kalayım ama çok eşliliğin nimetlerinden olabildiğince yararlanayım anlayışlarının dışa vurumu...

Türk insanı, kültür kapitalizminin ''yaşam tarzı stratejileri'' koşutunda  gerçekleştirdiği iletişim bombardımanına sığ bir cinsel perspektif ve hastalıklı bir ruh durumuyla yakalandı. Görsel yazılı medya, sinema ve diğer kültürel mecralar aracılığıyla pazarlanan gerçeküstü cinsellik imgeleri; ilk karşılaşma anında bile birbirlerine nasıl dokunacağını bilen, eşzamanlı orgazm olan kadınlar erkekler zaten karışık olan zihinleri iyice bunalttı. Sosyal paylaşım sitelerinin karşı cinsle iletişim kurma olanağını zaman ve mekandan soyutlayan ortamında dijital teşhircilik, hızla yayıldıve boş zihinleri işgal etti. 

Tüm bu gelişmelerin Türkiye gibi baskıcı ataerkil bir toplumda yaşayan, sağlıklı cinsel gelişimden yoksun bırakılmış, aşkı sevgiyi doğal mecrasında yaşayamamış, ergenlik döneminde cinsel perhize zorlanmış, ayıbın yorgan altında olduğuna inandırılmış insanların üzerinde bir travma etkisi yaratması kaçınılmazdı. Nitekim sahte cinsel imge bombardımanı Türkiye'deki orta ve orta üstü gelir guruplarında yarattığı travma Batı'da aynı sosyoekonomik grup uzerinde yarattığı travmadan çok daha sarsıcı oldu. İçselleştirilmeden benimsenen yeni yaşam şekli cinselliği, sevginin aracı olmaktan çıkartarak tüketim, başarıya ulaşma ve el etme araçlarına dönüştürdü. Yaşamları süresince sağlıklı bedensel boşalmadan yoksun kalmış insanlar evlisiyle bekarıyla, kadınıyla erkeğiyle, muhafazakarıyla moderniyle bir ilişkiden diğerine koşmaya başladı. Bir seks partneri bulmak, sürekli partner değiştirmek, sürekli sevişmek bu kesim için yaşam amacına dönüştü.   
















Peki, neden bu insanlar doyumsuzdu? Neden aradıkları ruhsal ve bedensel doyumu bulamıyor, seviştikçe tatmin olmak bir yana daha da acıkıyorlardı.Neden sürekli değişik partnerlerle sevişmek istiyorlardı? Neydi arayıp bir türlü bulamadıkları? 

Cinsellik üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan, psikiyatri tarihinin radikal ismi Wilhelm Reich ''İnsanların tek eşle yetinebilmelerinin ardında, çokeşlilik dürtülerini bastırmış olmaları ya da birtakım ahlaki kaygılar yatmadığını söylüyor. Tekeşliliğin nedenini: çiftin tekrar tekrar canlı, haz verici bir cinsel doyum yaşaması olarak betimleyen Reich şöyle devam ediyor. ''Tekeşlilik, eşler arasında tam bir cinsel uyumu gerektirir. Bu açıdan sağlıklı erkekle sağlıklı kadın arasında hiçbir fark yoktur. Buna karşılık, uygun bir eşin bulunamaması halinde, bugünkü koşullarda geçerli olan durum da ne yazık ki budur, tekeşlilik yeteneği kendi karşıtına, sürekli bir eş arayışına dönüşür.''

Charles Bukowski  kendi cinsel deneyimlerinden yola çıkarak bu yönelimi  ''Duygudan yoksun ölü etin ölü etle çitfleşmesi, iki yabancı olarak başlayıp iki yabancı olarak bitirmek, birbirlerini mastürbe eden arsızlar topluluğu, cesetlerin sevişmesi...''cümleleriyle betimliyor. Erich Fromm ise yanıta biraz daha yaklaştırıyor bizi: ''Cinsel isteğin amacı birleşmedir; bu hiçbir zaman fiziksel açlığın, acı veren bir gerginliğin giderilmesi değildir'' diyerek  devam ediyor: ''Cinsel birleşme isteği sevgiden doğmamışsa, hiçbir zaman vahşi bir birleşme olmaktan öteye geçemez. Cinsel birleşme o an için birleşiliyormuş sanısı yaratabilir, ama bu sevgisiz ''birleşme''den  sonra geriye, birbirine eskiden olduğu ölçüde iki yabancı insan kalır; bu iki insan bazen birbirlerinden utanır, giderek nefret eder çünkü büyü bozulunca yabancılıklarını eskiden daha yoğun olarak duyarlar. Dolayısıyla birini sevmek sadece güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır bir yargıdır, bir söz vermedir. ''

























Cinsellik önemli bir biyolojik gereksinim. Ne var ki, baskıcı toplumlarda yetişen insanın duygusal tatmin ve mutluluk yeteneği henüz gelişim çağlarında yok edilir. Buyurgan ailenin çocukluk çağlarında bilinçdışına ittiği doğal dürtüler, gelecekte kadın cinayetleri, dindirilemeyen cinsel açlık ya da soğukluk, şiddet, taciz olarak ortaya çıkar.  Evet, cinsel deneyimlerin çeşitliliği ve zenginliği insan kişiliğinin gelişmesi açısından gerekli ama bu deneyimlerin yoğun yaşanmış ve eşleri doyuma götürmüş ilişkiler olması da zorunlu. Yani nitelik nicelikten çok daha önemli. Niteliği belirleyen ise sosyal ekonomik koşulların sonucu olan insanın bilişsel gelişmişlik düzeyinden başka bir şey değil. 




20 Haziran 2023 Salı

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu İstifa Etmelisiniz (1)















Retorik ya da eski ismiyle belâgat birisini bir şeye inanmaya, bir düşünceyi benimsemeye ya da bir davranışı sergilemeye ikna etmek ereğiyle yapılan abartılı anlatım. Sözle etkileme, ikna etme, tahrik etme, büyüleme, tartışma aracı olan retorik Antik Çağ'da ortaya çıktı. Retorik, iletilen mesajı kanıtlar, analizler, verilerle ortaya koymak yerine sözün gücünü temel alır. Retoriğe karşı en etkili silah yine retoriğin kendisidir.

Brütüs, Julius Casear'ı  bıçakladıktan sonra senato önünde toplanan halka seslenir. Amacı yapılan darbeyi meşrulaştırmaktır. Söz cambazı Brutus, halkı güçlü belagatiyle doğru bir şey yaptıklarına ikna eder. Kazandığından o kadar emimdir ki, konuşmasını bitirdikten sonra meydanı terk eder. Ne var ki, ardından kürsüye Marcus Antonios çıkmış ve o ünlü konuşmasını yapmıştır. (*) Konuşma sonrasında, Roma Demokrasi'sini yıkan, kendini diktatör ilan eden Casear'dan sıdkı sıyrılmış halk, gördüğü onca zulme rağmen Antonios'un arkasında saf tutar. Ve iki yıl süren iç savaş sonrasında MÖ 42 yılında yıllarca halka zulmeden Casear, Senato tarafından resmen kutlanır, Roma tanrılarından biri ilan edilir.








Yenikapı. Tarih 7 Ağustos. Milyonlarca insan meydanda toplanmış. On milyonlarca insan da ülke tarihinin en büyük toplantısı için TV başında. Kemal Kılıcdaroğlu  kürsüde.  CHP liderinin karşısında; ortalama 7 yıl eğitim görmüş, % 94'ü televizyon izleyen, sadece % 4,5'u kitap okuyan, algıları analizden çok hamaset ve retoriğe açık bir kitle var. Yani tam bir tarihi fırsat. Gel gelelim bizimkinin önüne bir tomar kağıt: Her zaman ki gibi şaşkınlıktan okuyamayacağı ya da atlayarak okuyacağı bir tomar kağıt. Şans bu ya inadına esiyor hava. Kılıçdaroğlu okusun mu, konuşsun mu yoksa önünde uçuşan kağıtlara mı hakim olsun? Alanda Kılıçdaroğlu'nu dinleyen,  TV'de izleyen milyonlarca seçmeninin zihninde o gün bu gün mü umudu var. Ama Kılıçdaroğlu adeta ''sakin güç'' nitelendirmesini hak etmek istercesine her konuşmasında kullandığı cümleleri bile sakin bir üslupla önündeki kağıttan okumaya çalışıyor. O kadar ki, liderlik koltuğuna oturduğu günden beri tekrarladığı Nazım'ın Davet şiirini bile elindeki nota bakmadan dillendiremiyor. Yazılı metin dışına  her çıktığında savruluyor Kemal Bey, yarım kalan cümlelere, son 6 yılın tekrarlarına sıkışıp kalıyor. Meydan'da bir rivayete göre 5 milyon, uzmanlara göre 1 milyon kişi var.

Evet, CHP Lideri konuşuyor. Ama kitleleri ardında sürükleme yetkinsizliğinin sonucu koca meydanda adeta tek başına. Konuşması süresince ''Ya Allah Bismillah Allahu Ekber'' sloganı ve birkaç cılız alkış sesi dışında koca meydandan çıt çıkmıyor. Bir yanda kürsüdeki sözde liderin düşük performansı diğer yanda meydanın tepkisizliği... Tam bir siyasi rezalet. Ve kazanıma dönüşebilecek bir fırsat daha,  CHP Genel Başkanının ve yönetiminin beceriksizliği nedeniyle CHP'ye gönül vermiş insanların hayal kırıklığına, AKP'nin kazancına dönüşüyor. 

Devlet yönetiminde liyakatin önemini sürekli vurgulayan Kılıçdaroğlu artık liyakatin devlet için olduğu kadar liderlik içinde önemli olduğunu anlamalı. Eğer, CHP lideri liyakatsizliğine rağmen koltuğunda oturmakta ısrarlıysa; birileri  ''Ben camdan değil candan konuşurum'' diyen bu beyefendiye, eleştirdiği prompter'a ne kadar gereksinimi olduğunu mutlaka anlatmalı. Yine birileri, beyefendiye  2-3 sene önce başını önündeki kağıttan kaldıramayan sayın Bahçeli'nin Yenikapı performansını doğru metne ve prompter'a borçlu olduğunu,  Cumhurbaşkanının, başbakanın konuşmaları aynı teknolojiyi kullanarak yaptığı uygun bir dille izah edilmeli. En önemlisi de, Kılıçdaroğlu, sözel belleği analitik belleğinden çok daha yüksek olan, politik romantizmin, popülizmin esaretindeki bir toplumda retorik yeteneği bulunmayan bir liderin başarı şansı bulunmadığına ikna edilmeli.

Evet dürüstsünüz, naifsiniz, iyisiniz  Ama unutmayın; tüm bu değerler sadece  liyakat ve liderliğin olmazsa olmazlarıdır.  Sayın Kılıçdaroğlu lütfen sizin için en doğru seçeneğin istifa etmek olduğunu artık kabul edin. 


(*)  Antonios'un konuşması;

“Dostlar, Romalılar, Yurttaşlar... Beni dinleyin!
Ben buraya Sezar’ı gömmeye geldim, övmeye değil.
İnsanların yaptıkları fenalıklar arkalarından yaşar, iyilikler ise çoğu zaman kemikleriyle beraber gömülür gider. Hadi Sezar’ınkiler de öyle olsun.
Asil Brutus size Sezar’ın haris olduğunu söyledi; eğer böyleyse, bu ağır bir suç. Sezar da bunu pek ağır ödedi. Şimdi burada Brutus’le diğerlerinin izinleriyle, çünkü Brutus şeref sahibi bir zattır; zaten hepsi, hepsi şerefli kimselerdir, evet müsaadeleriyle burada Sezar’ın cenazesinde söz söylemeye geldim.
O benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin Brutus haris olduğunu söylüyor ve Brutus şerefli bir zattır.
Sezar Roma’ya birçok esir getirdi, devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleri doldurmuştu. Acaba Sezar’da hırs diye görülen bu muymuş? Fakirler ne zaman ağlasa, Sezar’ın gözleri yaşarırdı; hırs daha sert bir kumaştan olsa gerek. Fakat gene Brutus onun için haristi diyor; Brutus da şerefli bir adamdır.
Siz hep gördünüz; luperkalya yortusunda ben kendisine üç defa krallık tacı sundum, üç defasında da reddetti; hırs bu muymuş? Yine de Brutus haristi diyor ve şüphesiz kendisi şerefli bir adamdır.
Ben Brutus’un dediklerini çürütmek için söz söylemiyorum, buraya bildiklerimi söylemeye geldim. Bir zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi. Öyleyse sizi ona yas tutmaktan alıkoyan nedir?

Ey izan! Sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın, insanlar da muhakemelerini kaybetmiş. Beni affedin. Kalbim tabutun içinde, şurada, Sezar’ın yanında, tekrar bana gelinceye kadar beklemeli.”