2 Haziran 2016 Perşembe

Neden Yaratamıyoruz

Hiç unutmam. Yıllar önceydi. Henüz orta düzey bir yöneticiydim. O dönemde pek bilinmeyen günümüzde, hızlı tüketim malları sektöründe tüm şirketlerce kullanılan bir satış sisteminin sunuşunu yapmak için şirket merkezindeki toplantıdaydım. Organizasyonun anlı şanlı tepe yönetiminin neredeyse tamamı uzun bir toplantı masanın etrafına dizilmişti. Heyecandan titriyordum. Aslında ne bir buluş yapmış, ne de bir şey yaratmıştım: Önereceğim sistem, zaten Batılı birçok şirkette kullanılıyordu. Henüz sistemin ana hatlarını anlatmaya başlamıştım ki, ortalık birden bire karışmış, kelli felli ''yöneticiler'' hep bir ağızdan bağrışmaya, tartışmaya başlamıştı.  Kimi beni şirketi batıracak bir öneri yapmakla itham ediyor, kimi sadece ''olmaz olmaz'' diye bağırıyordu... 

Google sadece 25 yıl  önce kurulmuş bir şirket. Apple'ın kuruluş tarihi daha eskiye dayansa da şirket güçlü konumunu son 20 yıldaki yenilikçiliğine borçlu. Google'un değeri 1.2 trilyon Dolar Apple'ın 2 trilyon Dolar. Yani iki şirketin toplam piyasa değeri 3,2 trilyon dolar. Bu tutar, Türkiye'nin 2022 yılı gayri safi yurtiçi hasılasının 3,7 katına denk düşüyor. Başka bir deyişle bu 2 şirketin yaklaşık 220 bin çalışanı  85 milyonluk Türkiye'nin 365 günde ürettiği bütün nihai mal ve hizmetlerin toplam değerinden 3,7 kat fazla değer yaratıyor. Her iki şirketin ortak paydası özgür bilincin eseri olan ve yaşadığımız topraklarda az rastlanır bir yetkinlik: Yaratıcılık.

Yaratıcılığın Batı dillerindeki karşılığı ''creativity''. Bu kelime, Latince “creare” kelimesinden geliyor, anlamı “doğurmak, yaratmak, meydana getirmek”. Aslında farklı düzeylerde olmakla birlikte yaratıcılık tüm insanlarda bulunan, geliştirilebilen bir yetkinlik. Ne var ki, yaratıcılığın serpilip gelişmesi; düşünsel üretimi destekleyen,  bireye ve onun özgürlüğüne saygı duyan, aykırılıkları farklılıkları yadırgamayan, çoğulculuğu içselleştirmiş bir kültürün varlığına bağlı. Yaratıcılığın Türkiye'de neden kök salmadığını anlamak için yaratıcı kişilik özeliklerine kısaca bir göz atmamız yeterli. Yaratan, meydana getiren, doğuran insan sıra dışıdır, uçlarda gezinir, sürekli arayış içindedir, sorgular, zamanı önemsemez ve başkası için uygun olan değil kendi için uygun saatlerde çalışır. Yaratıcı insan; tekere çomak sokan, otoriteye kulak asmayan, kuralları önemsemeyen yani yıkarken inşa eden insandır.  

Yaratıcı insanın kişilik özellikleri ataerkil Orta Doğu tipi organizasyonların itaatkar, talimatla iş gören, üzerine vazife olmayan işlere bulaşmayan çalışan profiliyle temelden çelişir. Yani, yaratıcı insanların kişilik özellikleriyle bu topraklarda revaçta olan çalışan tipinin ayırt edici kişilik özellikleri arasında korkunç bir uçurum vardır. Öyle ki,  bu ilkel iş yapış kültürü ve  onun ataerkil yönetenleri, gerek kamuda gerek özel sektörde olsun, yaratıcılığın karşısına  aynı geleneksel şablonlar ve söylemlerle dikilirler: 
''Neyin kafasını yaşıyorsun sen? Henüz hazır değiliz. Bu saçmalıklar nereden aklına geliyor? Nereden çıktı şimdi? Bizim için çok erken. Onca işin arasında bunun sırası mı? Bu sistem bize uymaz. Eski köye yeni adet mi getiriyorsun? İcat mı çıkartıyorsun? Saçmalama! Senin başka işin yok mu? Biz ciddi bir kuruluşuz. Daha önce denedik olmadı. Daha önce hiç bunu yapan olmuş mu? Biz böyle iyiyiz. Çok güzel fikir ama fakat fakat fakat…''

Hegel ''Düşünce dünyamızı maddi dünyamız belirler" der. Yani, ekonomik karakterler üretim araçlarını, üretim güçlerini, üretim ilişkilerini; siyaset, din, sanat, bilim, kültür, ahlak kurumlarını şekillendirir. Siyasetteki, sokaktaki, evdeki nobran dayatıcı üslup ve kalitesizlik bir anlamda sosyoekonomik ilişkilerdeki despotizmin  izdüşümüdür. 

Tüsiad çevreleri, haklı olarak, Tayip Erdoğan'ın tekçi, dayatıcı, ben odaklı yönetim anlayışını ve üslubunu eleştiriyor. Ne var ki, empatiden uzak bu yaklaşım timsah gözyaşından öte bir anlam taşımıyor. Çünkü eleştiri konusu olan tarz ve yaklaşım aile şirketlerindeki iş görüş şekliyle birebir aynıdır. Yani, ülkenin büyük aile şirketleri dayatıcı, koşulsuz itaat bekleyen, büyümüş kibrinden burnunun ucunu göremeyen liyakatsiz sermayedarlarca yönetiliyor. Bir anlamda iş dünyasındaki yöneten profili, ''despot'' diye nitelendirdikleri siyasetçilerin görece küçük minyatürlerinden oluşuyor. Dolayısıyla liyakatsiz patronların; yaratıcılığın bu topraklarda kök salamamasındaki sorumluluğu en az siyasetçiler kadar yüksektir. Sermayenin yaratıcılığı, çok sesliliği dolayısıyla da düşünce özgürlüğünü savunmaktaki isteksizliğini anlamak için iktidar yanlısı sermayenin tekelindeki medyanın içler acısı durumuna bakmak yeterlidir. Tüsiad üyeleri liberalizmi, bireyselliği, insan haklarını bir anlamda da kendi çıkarlarını savunacak medya yatırımları yapmak yerine ellerindeki medya kuruluşlularını tek sesliliği destekleyen gruplara satmıştır. İktidar korkusu nedeniyle medya sektörüne yatırım yapma cesaretinden bile yoksun bu güruh; üreten, yaratan, keşfeden bir iş kültürü inşa edebilir mi?   

Son analizde, iş dünyası küresel markalar yaratmak yerine plazalar, alışveriş merkezleri dikerken, siyasetçilerin saraylar inşa etmesine, sıra dışı aykırı çalışanları işsiz bırakıp dalkavuklarını ihya ederken siyasal partilerdeki lider sultasına ses yükseltebilir mi? 
İş dünyasındaki tek adamcı, dayatıcı anlayış yerini  çoğulcu, çok sesli, özgürlükçü bir yönetim anlayışa bırakmadan bu topraklarda Google ve Apple gibi şirketlerin ortaya çıkması olanaksızdır. 
İş dünyasına demokrasi gelmeden siyasete demokrasi asla gelmez. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder