11 Haziran 2024 Salı

Duygusal İstismarın Dijital Yüzü

 



Geçen gün kahve ve çay içmek için ara sıra gittiğim Alsancak'taki eski belediye sokağındaki kahvelerden birinde bir arkadaşımla karşılaştım. Çaylar kahveler geldi gitti, laf lafı açtı, konu yeni iletişim teknolojilerine ve bir fotoğraf silme uygulamasına geldi. Bu uygulama, fotoğrafın bütünlüğünü bozmadan kadrajdaki istenmeyen görüntülerin silinmesini sağlıyormuş. Düşünebiliyor musunuz? Artık sadece yaşamımızın bir kesitini paylaştığımız insanlardan değil, aynı kadraja girdiğimiz insanlardan da  rahatsızlık duyabiliyoruz.


Sezen Aksu'nun en sevdiğim şarkılarından biri "Gidemem" şarkısıdır; "Ben, hiç kimseden gidemem, gitmem. Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir" mısrasının, bizi biz yapanın yaşadıklarımız, geçmişimiz olduğunu çok iyi vurguladığını düşüyorum. Peki son yıllarda ne oldu da biz, benliğimizi inşa eden geçmişimizden kaçar olduk? Nedir bizim geçmişimizle ilgili derdimiz? Bir insanın geçmişinden kaçması, kendinden kaçmasıyla özdeş değil mi? Şimdi gelin hep birlikte bu sorulara yanıtlar bulmaya çalışalım.

İstenmeyenin fotoğraftan yok edilmesine benzer bir gereksinim, Facebook, Instagram, Messenger, WhatsApp gibi mecraların yaygınlaşmasından sonra da ortaya çıktı. Sınırsız, engelsiz paylaşımın kapılarını açma iddiasıyla yaşamımıza giren bu mecralar, bir süre sonra çeşit çeşit yasaklama, engelleme ve kısıtlama uygulamaları geliştirmek zorunda kaldılar. Böylelikle sayıları hiç de azımsanmayacak bir kitle için istenmeyeni hiçleştirme, yaşanmışı yaşanmamışa dönüştürme, insanları yok varsayma bir yaşam şekline dönüştü. Son analizde iletişim teknolojilerinin gelişimi, sosyal medya platformlarının yaygınlaşması ve flört uygulamalarının yükselişi, insan ilişkilerinde önemli değişikliklere yol açtı. Bu değişiklikler, bazen olumlu sonuçlar doğursa da, birçok kez ilişkilerin yüzeyselleşmesine, manipülasyonun artmasına ve bireylerin duygusal olarak zarar görmesine neden oldu. Örneğin Tinder gibi flört uygulamalarındaki fotoğrafları sağa veya sola kaydırarak partner seçme yöntemi, salt dış görünüşe dayalı karar verme eğilimini teşvik etti. Sadece görsel kriterler üzerinden seçim yaptıran, modern bir esir pazarı hissiyatını andıran bu yüzeysel değerlendirme şekli, partner seçmenin kolaycılığını artırırken insanları hızla gözden çıkarmanın da yolunu açtı. Tinder ve benzeri uygulamalar, hızlı ve kolay partner değiştirmeyi, hızlı ve yüzeysel değerlendirmeleri teşvik ederken, derin ve anlamlı ilişkiler kurmayı zorlaştırdı, uzun vadede birçok insanda bağlanma, ilişkiyi sürdürme problemlerine neden oldu. En önemlisi de sevgiyi, aşkı, arkadaşlığı piyasadan tedarik edilebilen bir tüketim malına indirgeyerek nesnelleştirdi.

Oldum olası İngilizlerin kavram geliştirme konusundaki yeteneklerine hayranım. Yukarıda vurguladığım  durumlar için çeşitli kavramlar yaratılması da çok zaman almadı. Ben, bu kavramlar arasından  duygusal istismar konusunu analiz etmemizi sağlayacak iki kavrama odaklandım. Birincisi İngilizcede “hayalet” anlamına gelen ve ghost kelimesinden türetilen "ghosting", ikincisi de aşk bombardımanı anlamına gelen "love bombing".
Ghosting, yani ilişkide bir anda iletişimsizliğe bürünme, kopma durumu. Taraflardan birinin açıklama yapmaksızın ilişkiden çekilerek hayalete dönüşmesi durumu.Aşk bombardımanı ise sadece İlişkinin başlarında bir bombardıman şeklinde yaşanan aşırı ilgi, sevgi, değer görme, sürekli olarak övülme, geleceğe yönelik romantik planlar gibi olumlu görünen şeylerin ilişkide mesafe kat edildikten sonra birdenbire tam tersine dönmesi durumu.

Bilerek bilmeyerek hepimiz bu türden davranışlar göstermiş olabiliriz. Öyle ki insan, gerçeğin bilgisine ancak olgular üzerine derinlemesine düşününce ve deneyimle varabiliyor. Gerçek şu ki, her iki davranış şekli de, mağdurun duygusal olarak manipüle edilmesine, bağımlı hale gelmesine ve bağımlı olduğu kişi tarafından kontrol edilmesine yol açıyor. Ben bu iki olguya bugünkü edinimlerimin penceresinden baktığımda, yok saymanın da, görmezden gelmenin de bir duygusal istismar hatta psikolojik şiddet olduğunu düşünüyorum.

Peki, bizler sosyal ve psikolojik bağlamda bu durumlarla başa çıkabilecek donanıma sahip miyiz? Öncelikle sosyal medya mecraları ve tüketim ekonomisinin bu mecralar aracılığıyla kurduğu tuzaklara karşı gerekli farkındalıktan yoksun olduğumuzu kabul etmeliyiz. Ardından manipülatif ilişki taktikleriyle başa çıkma yetkinligimizi artirmaliyoz.  Bunun yolu, bireysel farkındalığımızı artırmaktan ve duygusal zekâ yetkinliklerimizi geliştirmekten geçiyor. Yüksek duygusal zekâ, kendi duygularımızı ve karşımızdaki kişinin duygularını daha iyi analiz etmemize, manipülatif davranışları erken fark etmemize yardımcı olabilir. Sağlam bir öz güven ve öz saygı, kişilik bozukluğundan muzdarip insanlar karşısında daha dirençli olmamızı sağlar. Duygusal zekamızı geliştirmek için işe kendi duygularımızı tanıma ve anlama uğraşıyla başlayabiliriz. Duygusal zekânın en önemli unsurları, yazmak, bol bol okumak, empati kurmak ve karşımızdaki insanı sözünü kesmeden dinleme sabrıdır. Yazı yazmak ve okumak, duygusal zekânın temelidir. Günlük tutmak ve meditasyon gibi pratikler de, içsel farkındalığı artırabilir. Empati geliştirmek için başkalarının perspektifini anlamaya çalışmak ve aktif dinleme tekniklerini kullanmak da büyük önem taşır. Bu becerileri geliştirerek, manipülatif ilişki taktiklerine karşı daha bilinçli ve dirençli hale gelebiliriz.


Savaşlar, umutsuzluk, hastalıklar, açgözlülük, kıskançlık, keder Pandora'nın kutusundan dünyaya yayıldı. Kutudan dünyaya yayılan tek olumlu şey umuttu. Umudu kaybetmeden, duygusal zekâmızı geliştirerek ve birbirimize empati göstererek, bu zorlu süreçlerin üstesinden gelebiliriz.

Her şey gönlünüzce olsun.

7 Haziran 2024 Cuma

Sürdürülebilirlik ve Tutarlılık

 





İlişkilerin zamanın akışı içinde kaçınılmaz olarak yıpranacağı savı, kârlılığını sürekli değişiklik ve yenilik üzerine inşa eden tüketim ekonomisinin çarpıtmalarından biridir. Bu düşünce, aslında ilişkilerin doğası hakkında yanlış bir algı yaratır ve insanların ilişkilerini derinleştirmek ve sürdürülebilir kılmak için gösterebilecekleri çabayı küçümser.

Öncelikle, sağlıklı ve güçlü ilişkiler inşa etmek, zaman ve emek gerektirir. İlişkilerdeki bağlılık, anlayış ve empati, zamanla güçlenir ve derinleşir. Bu süreçte yaşanan zorluklar, ilişkilerin gelişmesine ve daha sağlam temellere oturmasına katkıda bulunur. Tüketim ekonomisi ise, yeni ürünler ve deneyimler yaratarak sürekli bir yenilik arayışını teşvik eder. Olası yeni partnerlerin ve ilişkilerin yarattığı tüketim potansiyeli moda, kozmetik, lüks tüketim ve hatta ilaç endüstrisine kadar birçok sektörün kârına kâr katar. Dolayısıyla bu çevrelerin edebiyat, sinema ve görsel sanatlar üzerinden yaptıkları iletişimin temelinde, insanlar arası ilişkilerde sürdürülebilirlik ve devamlılığın insan doğasına aykırı olduğu tezi ısrala savunulur.

Gerçek şu ki, ilişkilerin yıpranması ve sona ermesi kaçınılmaz değildir. Bir ilişkinin başarılı olması için iki tarafın da aktif çaba göstermesi ve birbirlerinin ihtiyaçlarına duyarlı olması gerekir. İçtenlik, dürüstlük, karşılıklı anlayış ve saygı, sağlam ilişkilerin temel taşlarıdır. İlişkilerde karşılaşılan zorluklar, çiftlerin birbirlerine olan bağlılıklarını yeniden değerlendirmeleri ve güçlendirmeleri için birer fırsattır.

Tüketim ekonomisi için farklı partnerlerle yaşanan ilişkilerin anlamı, daha fazla tüketim ve dolayısıyla daha fazla paradır. Tüketim ekonomisi sunduğu hızlı ve yüzeysel çözümlerle, ilişkilerdeki derinliği ve anlamı kasten göz ardı eder. Bu bağlamda, pazar ekonomisinin en büyük düşmanı sürdürülebilirlik ve tutarlılıktır. Gerçek ilişkilerde ise önemli olan, yüzeydeki değişiklikler değil, derinlikteki bağlılıktır. İlişkilerin zamanla gelişip olgunlaşması, hayatın getirdiği değişimlere rağmen mümkündür ve bu, insanların birbirine duyduğu sevgi ve saygının bir yansımasıdır. Sonuç olarak, ilişkilerin zamanın akışı içinde kaçınılmaz olarak yıpranacağı düşüncesi, tüketim ekonomisinin çarpıtmalarından biridir ve insan ilişkilerinin derinliği ve anlamını küçümsemektedir. İlişkilerde sürdürülebilirlik ve devamlılık, tüketim ekonomisinin ötesinde, insani bağların ve değerlerin ön planda olduğu bir yaklaşımla mümkündür.